19 Ekim 2019

Gourcuff Ya Tenisçi Olsaydı?


 Rafael Nadal ve Yoann Gourcuff... Bu iki ismin aynı yıl doğmaları ve sporcu olmaları dışında ortak bir noktaları daha var. Küçüklüklerinde tenis ile futbolu bir arada götüren bu ikiliden Nadal sarı topu, Gourcuff ise meşin yuvarlığı tercih etti. Kesişen yolların ayrıldığı nokta ise Fransa'da katıldıkları bir alt yaş turnuvası oldu.

 12 yaşındaki tenisçilerin boy gösterdiği Super 12 Auray Açık'ın 1998 yılındaki 64 kişilik ana tablosunda hem Nadal hem de Gourcuff'ün isimleri vardı. Morhiban bölgesinin şampiyonu olarak turnuvaya katılan ve Fransız tenisinin gelecek vadeden sayısız yeteneğinden yalnızca biri olan Gourcuff, o yılki organizasyona henüz ilk turda veda etti. Akranı Nadal ise şampiyonlukla tamamladığı bu turnuvanın ardından hayatındaki en önemli kararı verecekti.

 İspanyol raket, Auray Açık'ın 25'inci senesi için kaleme aldığı özel mektubun ilk satırlarında da belirttiği üzere Fransa'da elde ettiği o zaferin etkisiyle tenisi seçti ve kendisini tarihin en iyi oyuncuları arasına sokan yolculuğundaki ilk adımını atmış oldu. Aynı dönemde raketini asan Gourcuff ise neredeyse bir yıldır kendisine kulüp bulamıyor.

 Geçtiğimiz sezonun devre arasında Ligue 1 ekibi Dijon'dan ayrıldığından bu yana boşta olan 33 yaşındaki futbolcu, çareyi ise raketini yıllar önce soktuğu kılıfından çıkarmakta buldu. Larmor Plage adlı yerel bir kulüp adına oynamaya başlayan eski Milanlı, ilk iki maçını 6/0, 6/0'lık skorlarla kazandı. Şimdi herkesin dilinde aynı soru var: Gourcuff ya tenisçi olsaydı?

3 Eylül 2019

"O Maç Bitecek!" Safsatası


 Teniste çıktığı maçı yarıda bırakan oyuncular, her defasında sportif ahlaksızla suçlanır. Sakatlıklarını bahane edip rakiplerinin galibiyetlerine gölge düşürdükleri söylenir. Hatta sosyal medyada sayısı bir hayli fazla olan "tenissavarların" "Korkup kaçtı." şeklindeki yorumlarına da özne olurlar. Gelgelelim, bu çıkarsamaların hepsi safsatadan ibarettir.

 Evvela profesyonel tenisçilerin tamamı, yenilgiyle başa çıkmayı ve bunun üstesinden gelmeyi bilen kişilerdir. Bu özellikleri taşımayan birinin tenisten kariyer yapması ise zaten mümkün değildir. Ancak bir tenisçinin "numaradan" maçı bırakma ihtimalini geçersiz kılan asıl unsur içindeki rekabet güdüsüdür.

 Nick Kyrgios gibi hayattan muaf olanları ve bahis şikesi gibi illegal yollara savrulanları bir kenara koyarsak korta çıkan her tenisçi, yarışmacı kimliğinin bir gereği olarak filenin karşı tarafındaki oyuncuyu yenebilmek için sonuna kadar mücadele eder. Nitekim günümüzün spor dünyasında sakatken bile şırıngayla oynamak artık vakayıadiyeden. Ne var ki vücudun iflas bayrağını çektiği anda kortta geçirilen her saniye kariyerinizin devamı için büyük bir tehdittir. İşte bu noktada da en doğru karar, skora bakmaksızın rakibin elini sıkmaktır. Öyle ki sırf bu sebeple önde götürdüğü maçtan çekilmek zorunda kalan pek çok oyuncu vardır.

 Bu konuya değinmemize vesile olan maçta da Novak Djokovic, ikinci setin sonundan itibaren toplara vuramaz hâle gelmişti. Puanları kısa tutmaya çalışması ve anormal hataları da bu yüzdendi. Buna rağmen yukarıda bahsettiğimiz rekabet güdüsüyle sağlık molası alıp mücadeleyi sürdürme ihtimalini sonuna kadar kovaladı. Fakat karşılaşmanın son puanındaki komik çift hatasından sonra nafile bir çaba içinde olduğunu gördü. Bu karşılaşmaya dek içlerinde çok dramatiklerinin de bulunduğu 183 mağlubiyet almış bir raketin elenmeyi hazmedemeyeceğini düşünmüyoruz herhalde?

 Son tahlilde tenisi oynayan ya da seyredenlerin "Çıktığın maçı bitireceksin." tarzındaki tepeden inmeci bir bakış açısından kurtulması lazım. Çünkü bu sporu icra edenler henüz robot değil.

1 Ağustos 2019

Zverev'in Şarkısı: Yalnızım Dostlarım


 Teniste bir oyuncunun kariyerini yalnızca yeteneği, kondisyonu ve mental gücü belirlemiyor. Kort dışında atacağınız adımların da en az kort içindekiler kadar önemi var. Yakın çevrenizin çıkarabileceği sorunlardan tutun da özel hayatınız ya da kariyerinizle ilgili verebileceğiniz hatalı bir karara kadar elde olan veya olmayan pek çok faktör tenis yaşantınızı bitme noktasına getirebiliyor. İşte bunun son örneği de ATP Turu'nun taze kanlarından Alexander (Sascha) Zverev oldu.

 Geçtiğimiz yılı ATP Dünya Turu Finalleri'nde kariyerinin en önemli şampiyonluğuna ulaşarak kapatan Sascha'nın 2019'da beklenen Grand Slam zaferini yaşayabileceği düşünülüyordu. Zira derdine derman olacak kişiyi ekibine katmayı başarmıştı. Arka arkaya kaybettiği Grand Slam finallerinin ardından Andy Murray'e şeytanın bacağını kırdıran Ivan Lendl, artık onun locasında oturuyordu. Murray'ninkine benzer bir başarı hikayesi için her şey hazırdı ama Zverev'den gelen bir hamleyle tüm senaryo felakete dönüştü.

 22 yaşındaki tenisçi, 2018'in sonunda altı yıldır birlikte çalıştığı menajeri Patricio Apey ile yollarını ayırmaya karar verdiğinde başına nasıl bir çorap ördüğünün farkında değildi. Tarafların 2023'e kadar devam eden kontratlarını karşılıklı feshedememesi ve Şilili menajerin de geri adım atmaması sonucunda konu yargıya taşındı. Birleşik Krallık'taki mahkeme, duruşma günü için Ekim 2020'yi belirledi ve böylece Zverev'in eli kolu bağlanmış oldu. Çünkü Alman raketin bu tarihten önce başka bir menajerlik şirketiyle anlaşabilmesi için Apey'e 10 milyon dolar tazminat ödemesi gerekiyor.

 Şimdiye dek tenisten yaklaşık 17,5 milyon dolar kazanabilen ve hâliyle söz konusu bedeli gözden çıkarma gibi bir lüksü olmayan Zverev, uzun bir süredir turnuvalara tek başına gidiyor ve kort dışındaki işleriyle de bizzat ilgileniyor. Gelinen noktada zamanının büyük bir bölümünü telefon görüşmelerine harcadığını söyleyen ve hâliyle asıl işine bir türlü odaklanamayan Sascha'nın özel hayatı da alt üst olmuş durumda. Hiç vakit ayıramadığı kız arkadaşı Olga Sharypova'dan tahmin edileceği üzere ayrılmak zorunda kalan dünya 5 numarası, uzun bir süredir de hastanede yatmakta olan babasıyla kahroluyor.



 Zverev'in başrolünü oynadığı drama türündeki bu filmin son sahnesi ise geçtiğimiz hafta çekildi. Genç tenisçi, Hamburg'daki turnuvada düzenlediği bir basın toplantısında antrenörü Lendl için "Antrenmanlarda tenise odaklanmak yerine bana köpeği ve golfteki maceralarını anlatıyor." deyince gemisindeki son yoldaşını da kaybetti. Bakalım hayat, Zverev'i daha nelerle sınayacak?


28 Haziran 2019

Gül Mü Dökelim Yollarına Ey Rafa?


 Wimbledon'ın seri başı tenisçileri belirlemede 2002 yılından bu yana uyguladığı kendine özgü yöntem, günlerdir yeni bir icatmış gibi hararetli bir şekilde tartışılıyor. Kopan kıyametin nedeniyse dünya 2 numarası Rafael Nadal'ın turnuvada 3 numaralı seri başı olarak yarışacak olması. İspanyol tenisçi, ana tabloda Novak Djokovic ve Roger Federer'den biriyle aynı yarıya düşmesini kesinleştiren bu durumdan kanımca çok ucuz bir mağduriyet yarattı. Bu şikayetin yakışıksızlığına yazının sonunda değineceğiz ama öncelikle Nadal ve bazı hayranlarının Wimbledon'ın seri başı belirleme sistemine ilişkin itirazlarında hiçbir haklılık payı bulunmadığını nedenleriyle birlikte açıklamamız gerekiyor.

 Her şeyden evvel Wimbledon'ın seri başlarını numaralandırırken diğer üç Grand Slam turnuvasından farklı bir yol izlemesinin gayet makul iki gerekçesi var. Bunlardan birincisi, çim kortun yıllık turnuva takvimindeki payının sert ve toprak kortla kıyaslanmayacak kadar az olması. İkincisi ise bundan beş yıl öncesine kadar ATP 500 seviyesinde bile kendisine yer bulamayan çim zeminin dokuz Masters turnuvasının hiçbirinde tercih edilmemesi. Hâl böyleyken çim kortta düzenlenen bir Grand Slam'in kendisiyle aynı zemine sahip sınırlı sayıdaki turnuvanın önem derecesini arttırmak istemesinden daha doğal bir şey olamaz.

 Nadal ve fikirdaşları, bu noktada ATP sıralamasına saygısızlık yapıldığını öne sürse de bu yorum hiçbir şekilde gerçeği yansıtmıyor. Turnuvanın böylesine tepeden inmeci bir tavrı olsaydı oyuncuların yıl boyunca elde ettikleri puanların bir kısmı ya da tamamını göz ardı etmesi gerekirdi. Halbuki Wimbledon, seri başlarını numaralandırmak için yaptığı hesaplamada tenisçilerin mevcut ATP puanlarını olduğu gibi koruyup bunların üstüne çim kort turnuvalarından son bir yıl içinde kazanılmış puanların tamamını ve ondan önceki bir yıllık periyotta elde edilmiş en yüksek puanın %75'ini ekliyor. Yani Wimbledon'ın kullandığı formül de yalnızca ATP puanlarından müteşekkil.

 Seri başlarını erkeklerde özel bir metotla belirleyen Wimbledon'ın kadınlarda tamamı ile dünya sıralamasına sadık kalması gibi bir durumsa söz konusu değil. Turnuva yönetimi, daha dengeli bir ana tablo oluşturabilmek adına kadınlar kategorisinde de bazı takdir haklarına sahip. Örneğin 2009'da Maria Sharapova dünya 59 numarasıyken 24, geçtiğimiz yıl da Serena Williams dünya 183 numarasıyken 25 no.lu seri başı olarak gösterilmişti. Evet, kadınlarda erkeklerdeki gibi sabit bir seri başı belirleme yöntemi yok. Ancak bunun yegane sebebi, turnuvanın ATP ve WTA ile yaptığı anlaşmaların farklılığı.

 Tüm bunlar bir yana, Nadal gibi büyük bir sporcunun
bir Grand Slam yarı finalinde Federer veya Djokovic'le eşleşecek olmaktan dert yanması, teniste hiç alışık olmadığımız türden bir mızıkçılık. Sanırım Rafa, turnuva o raddeye geldiğinde Mikhail Kukushkin ile oynamayı düşünüyordu. E oldu olacak gül dökelim yollarına.

3 Haziran 2019

Safi Kötüsün Serena Williams


 Tenis alemi, iki gün evvel odağında yine Serena Williams'ın bulunduğu, eşi benzeri görülmemiş bir hadiseye tanıklık etti. Roland Garros üçüncü turunda Sofia Kenin'e elenen Birleşik Amerikalı raket, maç sonrası medya merkezine vaktinden önce gelip kendisiyle aynı salonu paylaşan Dominic Thiem'in basın toplantısının bitmesini beklemek istemeyince büyük bir skandal patlak verdi.

 
Fransızların saygın gazetesi L'Equipe'in aktardığına göre toplantı için önce başka salona geçmek isteyen Serena, bu talebi kabul görmeyince sinirlenerek medya merkezini terk etmek üzere merdivenlere yöneldi. Bu esnada devreye giren yetkililer, ani bir kararla ana salonda bulunan Thiem ve gazetecileri 2 numaralı salona kaydırarak yerine Serena'yı aldı. Durumun idrakına sonradan varan Thiem ise "Bu nasıl bir saçmalık? Şaka yapıyor olmalısınız. Ben artık junior oyuncusu değilim." diyerek toplantıyı devam ettirmeme kararı aldı.

 Hiç kuşku yok ki yaşanan bu rezalette organizatörlerin sorumluluğu büyük. Serena'nın kaprislerine boyun eğerek Thiem'i bu şekilde küçük düşürmeleri asla kabul edilebilecek bir hata değil. Hele ki basın toplantısına katılmaktan vazgeçen birinin kolundan tutulup kararından döndürülmeye çalışılması, güce ve güçlüye biat etme sendromunun çok bariz bir yansımasıdır. Peki ya madalyonun diğer yüzünü n'apacağız? Meşhur fıkradaki gibi ev sahibi suçlu da hırsızın hiç mi suçu yok?

 Destekçileri kabul etmekte zorlansa da Serena, Thiem'in de söylediği gibi kötü bir kişilik. Zira güç ve şöhretlerini istedikleri her şeyi zorla yaptırmak veya başkalarını ezmek için kullananlar yalnızca kötü insanlardır. Tabii Serena'nın melaneti, yalnızca güç zehirlenmesinden ileri gelmiyor. Yıllardır hem kadınlığı hem de ten rengi üzerinden kendisine sanal bir mağduriyet devşiren 37 yaşındaki tenisçi, kendisini eleştiren herkesin cinsiyetçi ya da ırkçı olarak yaftalanmasına bakılırsa bunda da bir hayli başarılı olmuş gibi görünüyor.

30 Nisan 2019

Hülya Avşar Ciddiyetsizliğiyle Tenis Yönetmek


 Ekonomik buhran ve patlayan inşaat balonundan ötürü bu sene devlet baba sayesinde düzenlenebilen İstanbul Cup Türk tenisi açısından tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Teklerde altı oyuncu, çiftlerde ise iki takımımızın korta çıktığı Esenyurt'ta payımıza düşen yegane galibiyet elemelerin ilk turunda İpek Öz'den geldi. Çok değil, üç yıl evvel çifte kupa kaldırdığımız turnuvaya bu sene ancak wild card ile oyuncu sokabilmemiz ise teniste kendi çapımızda yaşadığımız çöküşün vahametini anlatıyor.

 İstanbul Cup gibi WTA Turu'nun en alt kategorisinde yer alan bir turnuvaya bile hiçbir tenisçimiz doğrudan katılım sağlayamıyor. Erkeklerdeki vaziyetimiz ise daha da beter. Özetle tenisimiz, uzun bir aradan sonra ilk kez lokomotif bir oyuncuya sahip değil. Gelinen bu nokta gösteriyor ki tamamı ile kişisel gayretlerin ürünü olan ve ülke tarihine geçen başarıların dahi ekmeğini yiyememiş, bunları oyunu tabana yayma noktasında fırsata çevirememişiz. Bilakis söz konusu başarıların hayal olarak addedildiği günlere geri dönmüşüz. E kendi oyuncusunu katılmaya hak kazandığı Grand Slam turnuvalarına yollamayan bir federasyonla zaten aksi mümkün mü?

 Dibine kadar vasatlığa batmış, her alanda büyük bir çölleşme yaşayan memlekette Türk tenisini yönet(mey)enlerin de ne bu sporu yurt sathında ilerilere taşıyabilecek kapasitesi ne de bu yönde en ufak bir gayesi bulunmaktadır. Nitekim kendileri, yandaşlarına rant sağlamak ve bu şekilde koltuğu sağlama almaktan arta kalan zamanlarını sokak tenisi ve Hülya Avşarlı etkinlikler gibi ciddiyetsiz işlere ayırmaktadır. Profesyonel bir spor dalını magazinel bir figürle mütemadiyen özdeşleştirerek mevcut mediyokratik (vasat egemen) düzene hizmet etmektedirler.

 Siz sokak ortasında çocukların ellerine raket tutuşturarak ya da birtakım ünlülerle kortta poz vererek tenisçi yetiştiremezsiniz. Türk tenisinin ihtiyacı;
Avşar kızının verdiği frikikler değil, halka açık kortlar, yeteneği keşfedip işleyebilecek donanımlı antrenörler ve bu topraklardan çıkacak rol modellerdir.

14 Mart 2019

Taht Oyunları: Fedal vs Djokovic!


 Roger Federer, Rafael Nadal ve Novak Djokovic... Kariyerlerinde toplam 52 Grand Slam zaferi bulunan bu muhteşem üçlü bir süredir ciddi bir münakaşanın içinde. Federer ve Nadal'ın Djokovic'e karşı saf tuttuğu demeç savaşlarındaki ana mesele ise Kasım 2013'ten bu yana ATP'nin CEO'su olan Chris Kermode'un geçtiğimiz günlerde görevinden azledilmesiyle sonuçlanan süreçte yaşanan birtakım olaylar.

 Her şey, Djokovic'in başında olduğu
ATP Oyuncular Konseyi'nin geçtiğimiz Ocak ayındaki toplantısında yapılan bir oylamayla başladı. ATP'nin mevcut CEO'sunun görevine devam edip etmemesi noktasında ortak bir tutum sergileyebilmek için gerçekleştirilen oylamada Kermode'un gitmesini isteyenler, 4'e karşı 5'le üstün geldi. Ancak bu gizli oylamanın basına sızmasıyla amansız bir tartışmanın da önü açılmış oldu.

 Avustralya Açık öncesinde düzenlenen basın toplantılarında konu Nadal ve Federer'e soruldu. Nadal, gazetecilerin soruları üzerine hiçbir şeyden haberinin olmadığını söyledi ve kendisini bilgilendirmedikleri için de konseye sitem etti. Hatta "Ben, onların ayağına gitmek zorunda değilim. Bilakis Djokovic ve konseydeki diğer oyuncuların bana ulaşması gerekir. Çünkü orada bunun için bulunuyorlar." diyerek de rest çekti. Federer de Nadal ile benzer bir pozisyonda bulunduğunu ve kimsenin kendisine ulaşmadığını ifade etti.

 Bu noktada bir parantez açarak tenisin iki büyük efsanesinin böylesine hayati bir konuda hiçbir şekilde bilgilendirilmesinin büyük bir skandal olduğunu belirtmek lazım. Zira ATP Oyuncular Konseyi'nde bulunan tenisçiler, bizzat meslektaşları tarafından seçiliyor ve her birinin temsil etmekle yükümlü olduğu bir oyuncu grubu var. Örneğin konseyde ATP sıralamasının 51-100'lük bölümünü temsilen bulunan Vasek Pospisil, basına sızan belgelerden gördüğümüz kadarıyla sorumlusu olduğu oyunculara konuyla ilgili bir e-mail göndererek görevini yerine getirmiş. Aynı şekilde ATP klasmanının ilk 50'sini temsil eden oyuncuların da Federer ve Nadal'la iletişime geçmesi gerekirdi fakat iki efsane, konudan tamamı ile bihaber bırakıldıklarını söyledi.

 Federer ve Nadal'ın tepkileri üzerine açıklama yapan Djokovic ise oylamanın basına sızmasından duyduğu "rahatsızlığı" dile getirerek Kermode hakkındaki nihai kararlarını Indian Wells öncesine ertelediklerini ve o tarihe dek herkesle görüşebileceklerini duyurdu. Aradan geçen zamanda Nadal geri adım atmayıp konseyden kimseye ulaşmadı. Federer ise son anda Djokovic'le konuşmak istediğini ancak Sırp tenisçinin kendisine ayıracak vakti olmadığını belirtti. 7 Mart günü gerçekleştirilen ATP Genel Kurulu'nda ATP Oyuncular Konseyi'ni temsil eden 3 isim de Kermode'un aleyhine oy verince İngiliz CEO'nun sezon sonu koltuğu bırakması kesinleşti.

 Şimdi dünya tenis kamuoyu şu sorunun yanıtı arıyor: Erkekler tenisinin gelmiş geçmiş en başarılı iki ismi olan Federer ve Nadal, bu kadar kritik bir mevzuda nasıl adam yerine koyulmaz? Başka bir deyişle Djokovic ve onun başkanlığındaki konsey, görevini mi savsakladı yoksa bu ikilinin arkasından iş çevirerek meseleyi oldubittiye mi getirmeye çalıştı?

8 Mart 2019

ITF'nin Yeni Düzeni: Altta Kalanın Canı Çıksın!


 Uluslararası Tenis Federasyonu ITF, bu yıl itibarı ile kendi bünyesindeki profesyonel turnuvalarla ilgili birtakım değişikliklere gitti. Hatırlatmak gerekirse ITF erkekler turunda 15 bin ve 25 bin dolarlık, kadınlar turunda ise 15 bin, 25 bin, 60 bin, 80 bin ve 100 bin dolarlık turnuvalar oynanıyor. Yeni kurallarla birlikte kadınlar turundaki 15 binlik turnuvalar artık WTA puanı vermezken daha yüksek para ödüllü organizasyonların puan değerlerine dokunulmadı. Ancak turnuva yelpazesinin çok daha dar olduğu erkekler kanadındaki düzenlemeler, aşağı yukarı 1400 tenisçinin ATP sıralamasını kaybetmesiyle sonuçlandı!

 Bu büyük mağduriyetin nedeni ise ITF'in 15 bin dolarlık turnuvalarda verdiği ATP puanlarını tamamen kaldırıp 25 binliklerde de sadece yarı finaller ve sonrasını kapsayacak şekilde son derece cüzi puanlar dağıtmaya başlaması. Geçtiğimiz yıl 15 bin dolar ödüllü bir turnuvada şampiyon olan bir oyuncu 18 ATP puanını cebine koyarken bu yıl aynı başarının puan değeri sıfır. 25 bin serisinde ise konaklama imkanı bulunan turnuvaların şampiyonu 35, bulunmayanlarınki de 27 ATP puanı alıyordu. Yeni düzenlemeyle beraber bu puanlar, sırasıyla 5 ve 3'e indi. Üstelik önümüzdeki yıldan itibaren bunlar da kaldırılacak ve ITF turnuvaları oynayarak ATP puanı kazanmak tarihe karışacak.

 Peki ITF ile ATP arasındaki geçiş yeni sistemde nasıl sağlanıyor diye sorarsanız bunun için de müthiş(!) bir icadı var dünya tenisini yöneten kurumun. Patronajı altındaki turnuvalarda ATP puanı vermeyi tamamen kesme kararı alan ITF, bunun yerine
"ITF dünya sıralaması" adında yepyeni bir klasman peyda etti. Bu klasmanda üstlerde yer alan tenisçiler, ATP Challenger turnuvalarına ana tablodan ya da elemelerden katılma şansı yakalıyor. Yeri gelmişken Challenger turnuvalarındaki eleme tablosu kontenjanının da bu sene 32'den 4'e düşürüldüğünü hatırlatalım.

 Sizleri sayılara boğarak anlatmaya çalıştığım yeni sistemin özü şu: ATP Turu'nda barınabilecek kapasiteye sahip olmayan bir tenisçi, bundan böyle kariyerini ITF turnuvalarına hapsolmuş bir şekilde sürdürecek ve belki de ömrü boyunca hiç ATP klasmanına giremeyecek. ITF, bu düzenlemesiyle belli bir seviyenin altındaki oyuncuların ATP turnuvalarındaki pastadan pay almasını neredeyse imkansız hâle getiriyor. Yani altta kalanın canı çıkarılarak profesyonel turda geçim sıkıntısı yaşayan oyuncu sayısı minimize edilmek isteniyor.

 Öte yandan bu sistemden en az oyuncular kadar Türk tenisini yönetenler(!) de muzdarip olacaktır. Zira şu an ATP klasmanında yalnızca 3 tenisçimiz var. Yarın bu sayı sıfıra düşerse bunun hesabını yukarıya vermek kolay olmayabilir.

6 Mart 2019

Kyrgios Renk Değil Yozlaşmadır


 Nick Kyrgios hakkında kaleme aldığım son yazının ardından tenise yıllarını vermiş bazı büyüklerimizin yorumlarını hayretle okudum. Bu adamın sonuncusu geçen hafta olmak üzere şimdiye dek imza attığı sayısız skandala en büyük tepkinin onlardan gelmesini beklerdim ama yanılmışım. Öyle ki Kyrgios'un bu spora "renk" kattığını düşünen pek çok insan varmış tenis dünyasında. Bizlerse herkesi tek tip davranmaya zorlayan elitist ve faşist kimselermişiz.

 Açıkçası bir kadın tenisçiye cinsel içerikli küfür etmenin ya da Rafael Nadal gibi örnek bir sporcu ve hayranları hakkında günlerce saygısız yorumlar yapmanın tenise nasıl bir renk kattığını anlayabilmiş değilim. Terbiyesizlik ve seviyesizlik, artık sporu güzelleştiren unsurlar olarak görülüp kanıksanmışsa bir önceki yazıda kullandığım çürüme ifadesi, sanırım tenisin geldiği hâli tanımlamakta son derece kifayetsiz kalacaktır. Fakat biz, bu şekilde düşünenlerin marjinal bir kitle olduğunu umarak yazmaya devam edelim.

 Tenisin diğer sporlardan neden farklı olduğunu herhalde anlatmaya lüzum yok. Bu gerçeğin idrakına varabilmek için bir tenis maçını kısa bir süre izlemek yeterli. Günümüzde her ne kadar endüstriyel bir kimlik taşıyor olsa da oyunun özünü oluşturan unsurlar şimdiye dek büyük bir itinayla korundu. Fakat son dönemlerde gerek tenisin küresel çaptaki yönetim organlarının birtakım çıkar amaçlı politikaları gerekse de alttan gelen yozlaşmış nesil bu sporun geleceği adına ciddi bir tehdit oluşturmaya başladı.

 Kyrgios ve benzerleri de işte bu yoz kültürün ürünüdür. Rafael Nadal'ın da vurguladığı üzere Kyrgios gibi kendisine, seyircilere ve de en önemlisi rakiplerine saygı duymayan sporcuların sayıca çoğalması tenisin kendi kendini imha etmesi demektir. Zira tenis, tıpkı boks gibi sporcuların birbirlerini en seviyesiz üsluplarla aşağıladıkları bir spor dalı değildir. Kyrgios'un "Bu ahbapla oynarken kan kokusunu alabiliyorum." şeklindeki ifadesi de bir tenisçiye değil, olsa olsa bir boksöre yakışacak sözlerdir.

 Bu noktada tenisin gerginlik ve tartışmadan izole olduğu gibi komik bir iddiayı savunmuyoruz elbette. Aynı şekilde tenis harici diğer sporları aşağılamak gibi gülünç bir çabanın içerisinde
de değiliz. Bilakis her sporu kendine özgü kılan birtakım genetik kodlar vardır. Kyrgios işte bu kodlarla oynuyor. Yine de tenis için asıl tehlike, Kyrgios'tan ziyade, bu adamı her türlü rezilliği sergilediği bir haftada Roger Federer'in 100. şampiyonluğu için hazırlanan kutlama videosunda oynatan zihniyettir.

3 Mart 2019

Yedi Bela Kyrgios ve Tenisteki Çürüme


 Tenis dünyası, son birkaç gündür eşi benzeri görülmemiş bir komediye sahne oluyor. Kortların sabıka kaydı en kabarık oyuncusu Nick Kyrgios, Rafael Nadal'a karşı şansının fazlasıyla yaver gittiği ve kazandığı bir maçın ardından edepsizlikte çığır açtı. Başıbozuk Avustralyalı, gördüğünde önünü iliklemesi gereken bir oyuncuyla aklı sıra dalga geçiyor günlerdir. Öyle bir serseri mayın ki hem raketinden hem de ağzından neyin çıkacağını kestirebilmek imkansız.

 2015 Rogers Cup'ta Stanislas Wawrinka'ya maç esnasında "Kokkinakis, kız arkadaşınla yatmış." diyerek kepazeliğin kitabını baştan yazan bu tenisçi müsveddesi, çağımızın en büyük nimeti olan sosyal medyanın nasıl bir çöplüğe dönüşebileceğini de fazlasıyla kanıtladı bu hafta. Instagram hesabından Nadal'ı kastederek önce "Bu ahbapla (Aynen bu ifadeyi kullanıyor.) oynarken kan kokusunu alabiliyorum." mesajını paylaştı, sonra da "Yemin ederim, bu adamın ekstra tuza ihtiyacı var." diye yazdı. Rafa'yı hileci ilan eden bir yorumu beğenmesi de cabasıydı.

 Rober Hatemo kılıklı bu tenis felaketine haklı olarak iyice bilenen aklı başında tüm tenisseverler ise sırasıyla Wawrinka, John Isner ve Alexander Zverev'den medet umdu ama nafile. "Yedi Bela Hüsnü" misali hepsini haklayan Kyrgios, bir de Isner karşılaşmasında "Rafa fanları neredesiniz? Indian Wells'e uçak biletlerinizi alın." diye bağırarak "kudurtma" konusundaki marifetlerinin sadece sosyal medyayla sınırlı olmadığını göstermiş oldu.

 Düşündüm de tam da bu çağın tenisçisi aslında Kyrgios. Twitter'dan sevmediği oyuncuya nefret kusan, bu spora holiganizmi bulaştıran izleyici kitlesi ile rant uğruna kortları sirke çevirmek için var gücüyle çalışan ITF ve ATP'ye çok yakışıyor bence kendisi. Tıpkı saz arkadaşı Thanasi Kokkinakis ve kendisini eleştiren gazetecilere açık açık "fakir" diyen şımarık Bernard Tomic gibi.

 Mide bulantısından kusma safhasına henüz geçmediyseniz sizin için bir de Eugenie Bouchard seçeneğimiz var. Yukarıda saydığımız isimlerin WTA şubesi olan ve yeni neslin seks sembolü olarak gösterilen bu hanımefendiye bakarak da tenisteki çürümenin ne kadar büyük boyutta olduğunu idrak edebilmeniz mümkün.

17 Şubat 2019

Babalar Gibi Satılan Davis Kupası

 Geçtiğimiz yılın Ağustos ayında Uluslararası Tenis Federasyonu ITF'in yaptığı oylamayla Davis Kupası'nın lisans hakkı, tam 3 milyar dolar karşılığında 25 yıllığına Gerard Pique'nin sahibi olduğu Kosmos şirketine verildi. Başarılı futbol kariyerinin ardından iş dünyasına da hızlı bir giriş yapan Pique, oylamanın gerçekleştirildiği gün "Bazen ya değiştirirsiniz ya da ölüme terk edersiniz." diyordu. Çiçeği burnunda bir sermayedar olarak hırsı ve iştahı her hâlinden belli olan İspanyol futbolcu, bu ifadesiyle neoliberalizmin tipik palavralarını ne kadar çabuk öğrendiğini de gözler önüne seriyordu. 

 Spor, üzerinde yaşadığımız gezegenin bir mikrokozmosu. Hâliyle onu içinde bulunduğu sosyal, politik ve ekonomik konjonktürden bağımsız olarak ele alamayız. Pique'nin yukarıdaki sözlerine Türkiye'de 24 Ocak Kararları ile başlayan ve "Babalar gibi satarım." vecizesiyle şahikasına eren özelleştirme furyasından aşina olmamız da bu yüzden. Nasıl ki bu topraklarda kamuya ait varlıklar, son 40 yılda devletin sırtında kambur olduğu gerekçesiyle yağmalandıysa Davis Kupası da reform naraları eşliğinde Pique Bey'in mülkiyetine verildi.

 Bay Pique, organizasyonu "daha verimli işletmek" ve bu sayede kâr elde etmek adına hiç de şaşırtmayan bir iş yaptı ve turnuvanın 118 yıllık birikimini bir kalemde silen bir format icat etti. Yeni formatta Davis Kupası'nın şampiyonunu tayin eden Dünya Grubu serileri, sabit bir lokasyona alınarak bir haftalık turnuvaya dönüştürüldü. Bu da kupayı kendine özgü kılan iç saha ve deplasman maçlarının kaldırılması demekti. 

 Davis Kupası'nın bu şekilde iğdiş edilmesi, Path Cash ve Lleyton Hewitt gibi eski tenisçilerin yanı sıra kariyeri devam eden pek çok üst düzey raketin tepkisini çekti. Örneğin Roger Federer, son Amerika Açık esnasında verdiği bir mülakatta "Eski bir futbolcunun bir anda gelip tenis işine girmesi tuhaf. Davis Kupası, Pique Kupası'na dönüşmemeli." demişti. İspanyol futbolcu, Ekselansları'nın bu yorumuna çok içerlemiş olacak ki dünkü açıklamasında "Pique Kupası" ifadesinden nefret ettiğini söyledi. 

 Sermaye sınıfı, şekil-A'da bir kez daha görüldüğü üzere hiçbir geleneği ve etik değeri tanımıyor. Üstelik söz konusu çıkarıysa en ufak bir eleştiriye dahi tahammül edemiyor. Fakat şu da var ki tenis gibi köklü geleneklere sahip bir spor, vahşi kapitalizmin dilediği gibi at koşturabileceği bir alan değil. Birileri Pique'ye Madrid'in toprak kortlarını maviye boyayan Ion Tiriac'ın başına neler geldiğini çok geç olmadan anlatmalı.

8 Ocak 2019

Asıl İhanet Türk Tenisine


 Grand Slam turnuvaları, tenisin vitrinidir. Her tenisçi adayı bir gün bu büyük arenada yer almayı ve hatta yapabilirse kupa kaldırmayı düşler. Öte yandan bu turnuvaların oyuncu gelişimine olan katkısı da muazzamdır. Tam bir kurtlar sofrası olan profesyonel teniste yukarılara tırmanabilmenin en önemli şartlarından biri de daha yüksek seviyedeki oyuncularla karşılaşmak ve oyununuzu onların düzeyine çıkarmak için gayret sarf etmektir. Tenisin en üst seviyede oynandığı Grand Slam turnuvaları işte tam da bu noktada oyunculara eşsiz bir fırsat sunar.

 Selin Övünç'ü geçtiğimiz yıl Amerika Açık'a, bu sene de Avustralya Açık'a yollamayan Türkiye Tenis Federasyonu yetkilileri, oyuncunun sadece hayalleriyle oynamamış, aynı zamanda gelişimine de büyük bir darbe indirmiştir. Üstelik bu akılalmaz karar, sadece Selin'i değil, genel olarak Türk tenisini de tırpanlamaya yöneliktir. Bunun nedenlerine birazdan geleceğiz ama altını çizmemiz gereken başka bir husus daha var.

 Bugün elemeleri oynanmakta olan Avustralya Açık'ta Selin'in devre dışı bırakılmasının ardından yalnızca 3 oyuncuyla temsil edilebiliyoruz. Pemra Özgen ve Cem İlkel elemelerde mücadele ederken Bora Şengül ise gençler ana tablosunda boy gösteriyor. Yani tenisçi fabrikası olan belli başlı ülkeler gibi 15-20 oyunculuk bir slam kadromuz yok. Hâl böyleyken Türk tenisini yönettiğini zannedenlerin bir Grand Slam'de ve üstelik doğrudan ana tabloda yarışacak bir tenisçiyi değerlendirmemek gibi bir lüksü olamaz.

 18 yaşındaki bir tenisçiye yapılan bu muamele, alt yaş gruplarındaki tenisçi adaylarında da büyük bir yıkım etkisi yaratacaktır. Tenis gibi gelecek garantisinin asla olmadığı bir spor dalında oyuncuları var eden tek şey, hayalleri ve azimleridir. Siz, federasyon olarak başarıyı cezalandırırsanız hiçbir çocuğun tenisçi olmak için bir motivasyonu kalmayacaktır. Bu da Türk tenisinin yarınlarının ipotek altına alınması demektir.

 Selin'i ikidir Grand Slam'e göndermeyenler, son tahlilde Türk tenisine ihanet etmektedir. Bu ihanet şebekesi ve zihniyeti temizlenmeden tenisimizin ilerleme kaydetmesi ise mümkün değildir.

6 Ocak 2019

Övünç ve Utanç! (İkinci Perde)


 Ülke olarak şaşırma duygumuzu kaybetmiş durumdayız. Kötülüğün her türlüsünün gayet aleni bir şekilde yüceltildiği bir düzende bize biçilen görev de her şeyi sineye çekmek olsa gerek. Yoksa tenisimizin kerameti kendinden menkul federasyonu, hem sosyal hem de yazılı medyada büyük infial yaratan bir utancı tekrarlama cüretini gösteremezdi herhalde.

 Selin Övünç'ten bahsediyorum. Beyninizden vurulma ihtimaline karşı sıkı durun çünkü kendisi, tıpkı son Amerika Açık'ta olduğu gibi bu yılki Avustralya Açık'ta da sponsorsuzluktan ötürü yer alamıyor. Daha doğrusu ona sponsor olması gereken federasyon, kendi tenisçisini ana tablodan katılma hakkı kazandığı bir Grand Slam turnuvasına yollamamakta diretiyor.

 Dünya üzerinde kendi sporcusunun kötülüğünü isteyen bir ülke ya da federasyona daha önce rastlanmış mıdır, bilmiyorum ama şu anki Türkiye Tenis Federasyonu yönetiminin Misak-ı Milli sınırları içerisinde tenisi baltalamaktan başka hiçbir vazife görmediği çok açık. Kısa süre öncesine kadar ciddi bir ivme yakalayan Türk tenisinin şu anki içler acısı durumunu da zaten başka türlü izah edemezsiniz.

 Eskiden sporcularımızı memleketin düzensizliği öğütürdü. O düzensizliğin bugün daha büyük bir hakikat olarak karşımızda durduğu herkesin malumu. Fakat gelinen noktada mesele, bambaşka bir boyuta evrilmiş gibi görünüyor. Selin örneğindeki bu inatçılık, insanın aklına kin, nefret ve düşmanlık duygularını getiriyor.

 Anlaşılan o ki Türk tenisinin başındakiler; koşulsuz itaat eden, kendilerine siyasi ve ekonomik rant sağlayan "makbul" sporcuları arzuluyor. Bu şartları karşılamadığınız müddetçe dünya 1 numarası olsanız bile umurlarında değil. Bilakis size gösterecekleri sopadan korunmanızda fayda var.