22 Kasım 2020

NTV Spor Romantiklerine Sorular

 

 NTV Spor ayinleri dinliyoruz bir süredir eski çalışanlarından. Meğer ülke sporu için ne kadar büyük kanalmış da kıymetini bilememişiz. Mert Aydın'lar, Onur Erdem'ler ve daha niceleri öyle bir rahmet okuyorlar ki sanırsınız kanal, pirüpak bir yayıncılık yapmış da memleketteki spor kültürünü arşa çıkarmış. Yahu siz insanların aklıyla alay mı ediyorsunuz?

 Ciddi ve ilkeli yayıncılık yaptığını söylediğiniz kanalınızın 10 yıllık yayın hayatında şu anki medya organlarından ne farkı vardı? Patronunuzun ömrü Rıdvan Dilmen'i doyurmakla geçti ve geçmeye de devam ediyor. Sahi o Rıdvan değil miydi kanalınızdaki programında açık açık AKP propagandası yapan ve 2017 Referandumu öncesinde evet kampanyası başlatan?

 Spor müdürünüz olan şahıs, Gezi Parkı Eylemleri sırasında NTV mikrofonunu yere fırlatarak tarihi bir protestoya imza atan Cenk Akyol'u "büyüklerine" şikayet etmedi mi? Efendileriniz bugün eleştirdiğiniz mediyokratik ve nepotik düzenin değirmenine su taşımaktan başka ne yaptı da şimdi onlara ağıt yakıyorsunuz?

 Rafael Nadal-Roger Federer maçını en heyecanlı yerinde kesip Bursaspor ile Beşiktaş taraftarları arasındaki kavgayı veren de sizdiniz. Fakat biz, herhalde başka bir kanal izledik. Ülkenin spor alanındaki düşün dünyasına kattığınız bir şey vardı da biz mi ıskaladık? Yöneticilerinizin spor kulüplerinin baskısına karşı çalışanlarına kalkan olduğunu söylüyorsunuz. Peki Türk futbolunda yaşanan sayısız kepazeliğe üst perdeden tepki gösterebilen tek bir yorumcunuz oldu mu?

 Türkiye'deki düşünce ikliminin nasıl bir çöl olduğunu anlamak için İngiltere'de yaşamaya gerek yok. Hasbelkader iyi bir eğitim almışsanız bunun idrakine anında varıyorsunuz. Yıllardır dış haberler editörlüğü yapıyorum. İngilizce ve Fransızcaya hakimim. Her günüm yurt dışındaki spor haberlerini okumakla geçiyor. Ada'ya gidene kadar bana gelseydiniz size birkaç 
vurucu örnek üzerinden aradaki uçurumu anlatırdım.

 Her şeyi geçtim, o veya bu nedenle sizi işsiz bırakan bir kuruma bu kadar hürmet de neyin nesi? Bizim köyde buna ne dendiğini burada yazmayayım. İngiltere'nin spor medyasına özenirken biraz da insani kalitesine öykünseniz keşke.

7 Eylül 2020

Edberg, Djokovic Kadar "Şanslı" Değildi

 Musibet sözcüğü için ansızın gelen felaket tanımını yapmış TDK. Dün gece Amerika Açık'ta Novak Djokovic ve boğazından vurulan çizgi hakeminin yaşadıklarını daha iyi açıklayacak bir kelime yoktur herhalde.

 Sırp tenisçi, Pablo Carreno Busta önünde ilk sette servisini kırdırıp 6-5 geriye düştükten sonra her maçta görülen, sıradan bir şey yaptı. Ancak cebinden çıkarıp kortun kenarına göndermek istediği top bir anda çizgi hakeminin boğazına isabet etti. Elbette ortada bir kasıt yoktu. Üstelik Novak'ın niyeti hıncını toptan çıkarmak da değildi. Yine de hakemi nefessiz bırakmaya yetebilecek bu vuruşun cezası turnuvadan diskalifiye edilmek oldu. Zira kural kitabı, insan sağlığını tehlikeye atacak herhangi bir dikkatsizliğe müsaade etmiyordu.

 Djokovic'in 5-4'te yakaladığı üç set puanının ilkini dip çizgiye milimetrelerle temas eden bir top sonrası değerlendirememesi, yaşanan olayın ne kadar büyük bir talihsizlik olduğunu göstermesi açısından önemli bir detay. Ancak beterin beteri var. Nitekim bundan 37 yıl önce Stefan Edberg benzer bir hadiseye sebebiyet verdiğinde Nole kadar "şanslı" değildi.

 İsveçli raket, 1983 Amerika Açık gençler yarı finalinde Patrick McEnroe ile karşılaşıyordu. Maç sırasında kullandığı bir servis çizgi hakemi Dick Wertheim'ın kasığına isabet etti. Aksilik bu ya, o yıllarda çizgi hakemleri de sandalyede oturuyordu. Dengesini yitiren Wertheim, sandalyesinden düşüp başını asfalta vurdu ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. Büyük bir travma yaşayan Edberg, profesyonel tenis kariyerini başlamadan sonlandırmayı düşünüyordu. Hatta Fransız Voici dergisinde yıllar sonra yayımlanan bir makalede bu trajedi, usta servis-volecinin kortta hiç gülmemesinin nedeni olarak gösterilecekti. Ancak Edberg, bu yıkımın üstesinden bir şekilde gelmeyi başardı ve tenis tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Üstelik ATP'nin yıllardır verdiği sportmenlik ödülü de kendisinin ismini taşıyor.

 Demem o ki dün gece Djokovic'in yaşadığı iş kazasının tekrarlanmayacağının garantisi yok. Bereket, hakem ciddi bir sağlık sorunu yaşamadı. Bundan sonrası için dileyelim de Edberg'in dolaylı yoldan sebep olduğu ölüm tenis tarihinde ilk ve tek olarak kalsın.
 

30 Ağustos 2020

Otopark Devrimi'nden Djokovic İhtilali'ne...

 Novak Djokovic ve Vasel Pospisil'in liderliğinde örgütlenen tenisçiler, bugün tarihi bir başkaldırıya imza atarak ATP'ye paralel bir yapı oluşturdu. Geçtiğimiz yıl başkan Chris Kermode'u deyim yerindeyse saman altından su yürüterek görevinden azleden ATP Oyuncular Konseyi, yerine oy birliğiyle getirdikleri Andrea Gaudenzi'den de istediklerini alamayınca çareyi PTPA isimli yeni bir sendika kurmakta buldu.

 Sendikal faaliyetlerin amacı, işçilerin sınıfsal çıkarlarını savunmaktır. Burada da erkek tenisçiler, para ödülleri ve turnuva takvimi gibi konularda yöneticilerine söz geçirebilmenin derdinde. Her ne kadar ATP, vaktiyle bizzat tenisçiler tarafından kurulmuş olsa da daha sonrasında yönetme yetkisinin profesyonellere devredildiği bir kurum. Zira oyuncuların icra ettikleri bir sporu eş zamanlı olarak yönetmeleri mümkün değil. Ne var ki kendi haklarını korusun diye seçtikleri kişiler de genellikle turnuva organizatörlerini kayırıyor ve ortaya şekil-A'da görüldüğü türden çatışmalar çıkıyor. Nitekim bugünkü ATP Turu da benzer bir uzlaşmazlığın sonucunda doğmuştu.

 ATP, 1972'de kurulduktan iki yıl sonra erkekler turunun organizatörlüğünü MIPTC adlı bir alt komiteye devretmişti. 1980'lerin sonlarına gelindiğinde ise iki yapı arasında çok ciddi bir gerilim yaşandı. ATP yönetimi, üye sayısı bakımından ITF'nin güdümüne giren MIPTC'den dört oyuncuyla temsil edilmeyi ve böylece oy çoğunluğuna sahip olmayı talep etti. Oyunculara öteden beri tepeden bakan ITF'nin cevabı ise çok netti: "Asla kendi haklarımızdan vazgeçmeyeceğiz."

 Yaşanan anlaşmazlık üzerine ATP, İsveçli eski tenisçi Mats Wilander'in önderliğinde bir hareket başlattı. Dönemin bir başka önemli figürü John McEnroe, o günlerde "Derdimiz para değil." dese de erkekler turunun daha rekabetçi ve pazarlanabilir olmasını arzulayan oyuncular, arkalarına Grand Slam harici turnuvaların direktörlerini de alarak 1988'de MIPTC ile köprüleri tamamen attı. Bu kararın kamuoyuna duyurulduğu basın açıklaması ise dönemin ATP CEO'su Hamilton Jordan tarafından Amerika Açık'ın düzenlendiği tesisin otoparkında yapılabildi. Çünkü turnuva organizatörleri kendisine konuşması için oda tahsis etmeyi reddetmişti. Tenis literatürüne "Otopark Devrimi" olarak geçen bu olayın ardından erkek tenisçiler, 1990 yılında bugün de varlığını sürdüren ATP Turu'nu oluşturdu. 

 Djokovic ve arkadaşlarının 1988'dekine benzer bir devrime imza atıp atamayacağını zaman gösterecek. Ancak küresel bir salgının baş gösterdiği bir dönemde yapılan bu hamle, spordaki sınıf çelişkisini gözler önüne sermesi açısından son derece ikonik.

18 Ağustos 2020

Yürüyemeyen Sampras Nasıl Şampiyon Oldu?

 

 Pete Sampras, Wimbledon ikinci turunda Karol Kucera ile ilk iki seti paylaştıktan sonra üçüncü sette 5-2 öndeydi. Efsane, arka bahçesinde sıradan bir galibiyete doğru gidiyordu. Zaten aksi beklenebilir miydi? Öyle ya son yedi yılın altısında ananaslı kupayı müzesine götürmüştü Birleşik Amerikalı. Ancak tam da bu anda hiç hesapta olmayan bir şey yaşandı. Uzun bir sağlık molası kullandı Sampras. Maçı sürprize izin vermeden kazandı ama karşılaşma sonrası soluğu doktorunun yanında aldı.

 Yürümekte bile güçlük çeken efsaneye acı haber "Dizini daha fazla hırpalamamalısın." sözleriyle veriliyordu. Fakat o turnuvaya Roy Emerson'ın 12 Grand Slamlik rekorunu kırma parolasıyla gelen Sampras için çekilmek gibi bir ihtimal söz konusu değildi. Formül hemen bulundu. Pistol Pete'e her maç öncesi ağrı kesici iğne vurulması kararlaştırıldı.

 Sampras, o yıl Wimbledon'da maçlardan arta kalan zamanlarını kendi kiraladıkları evde televizyonda dizi seyrederek geçiriyordu. Ayağa yalnızca tuvalete gitmek için kalkıyordu. Finale kadar hiçbir karşılaşmaya antrenman yapmadan çıktı. Ne var ki şampiyonluk maçında kendisini o turnuvada daha önce karşılaştığı oyuncuların hiçbirine benzemeyen birisi bekliyordu.

 1998 ve 1999'un Amerika Açık şampiyonu Patrick Rafter, dönemin geçer akçesi olan servis-vole stilini en iyi uygulayan raketlerden biriydi. Hatta file önünde Sampras'tan daha iyi dokunuşlara sahip olduğunu söylemek yanlış olmazdı. Bunun farkında olan Sampras, dev randevudan önce "Gidip biraz topa vuracağım." diyerek korta doğru yol aldı ama nafile. 10-15 dakika sonra ağrıdan öldüğünü söylerek raketi bırakıyordu.

 Wimbledon merkez kortundaki büyük gün de Sampras için çok kötü başlıyordu. Daha üstün olduğu açılış setini tie-break'te yaptığı çift hatayla kaptırdı. İkinci setin tie-break'inde de 4-1 geriye düşen dünya 1 numarası, bir çuval inciri berbat etmek üzereyken üst üste beş puan alıp set puanını yakaladıktan sonra müthiş bir duygu patlaması yaşıyor ve mücadeleye dengeyi getiriyordu.

 Maçta rakibinin servisini ilk kez 10'uncu şansında kırmayı başarabilen (Bir yerden tanıdık geldi mi?) Sampras, daha sonrasında arkasına bakmıyor ve yerel saatle 20.57'de tarihin en büyük oyuncusu olarak kayıtlara geçiyordu. Şampiyonluk puanının ardındansa kendisini bekleyen büyük bir sürprizle karşılaşacaktı 13 Grand Slam şampiyonu.

 Türkiye ve dünyadaki pek çok tenisçi ebeveyninin aksine kendini öne çıkarmaktan zinhar hoşlanmayan ve bu yüzden de o güne kadar oğullarının hiçbir maçına gelmeyen Sampras ailesi, müstakbel gelinleri Bridgette Wilson'ın daveti üzerine apar topar Londra'ya uçarken tek bir şart koşmuştu: "Pete'i asla meşgul etmeyeceğiz ve kesinlikle oyuncu locasında oturmayacağız."

 Filedeki tokalaşmadan sonra "Ailem nerede?" diye soran Sampras'a yolu gösteren kişiyse antrenörü Paul Annacone oldu. Anne ve babasıyla kucaklaştıktan sonra yedinci Wimbledon kupasını havaya kaldıran efsane, kutlama partisinden sonra soluğu 10 gün boyunca oturmaktan başka bir şey yapmadığı kiralık dairede aldı. Kravatını gevşetip ayakkabılarını da fırlatan Sampras, üstündeki smokine rağmen uzandığı koltukta bedeninden kalkan yükün verdiği dayanılmaz hafifliğinin tadını çıkarıyordu.

9 Temmuz 2020

Böyle Kahpedir Dünya Söderling!


 Günümüz tenisinin en zorlu görevi nedir diye sorulsa hemen herkesin vereceği yanıt Rafael Nadal'ı Roland Garros'ta yenmek olacaktır. Olağanüstü fiziksel ve mental gücüyle yıkılması neredeyse olanaksız gibi görünen bir duvarı andıran İspanyol raketi Paris'in kızıl kortunda bugüne dek yalnızca iki tenisçi yenebildi. Bunlardan ilki ise Robin Söderling'di.

 Hem Nadal'ı devirdiği 2009'da hem de ertesi sene Roland Garros'ta final oynayan ve dünya klasmanında da 4 numaraya kadar yükselen Söderling tüm başarılı sporcular gibi mükemmeliyetçiydi. Çok sıkı çalıştı, bedeninin sınırlarını zorladı ve tüm baskıları göğüsledi. Ancak hayatını mesleğine adamakla sağlığını koruyabilmek arasındaki ince çizgiyi aşınca ölümün kıyısından döndüğü bir uçuruma yuvarlandı.

 Tarih 17 Temmuz 2011. Ülkesinde düzenlenen İsveç Açık'ın finalinde David Ferrer'i deviren Söderling, kariyerinin 10'uncu tekler şampiyonluğunu kutladıktan sonra ikamet ettiği Monte Carlo'ya gitmek için yola koyulmuştu. Ne var ki dönüş yolundayken henüz birkaç saat evvel profesyonel tenis kariyerinin son maçını oynadığından habersizdi.

 Önce Montreal, ardından da Cincinnati Masters turnuvalarından çekilen İsveçli, sezonun son Grand Slam turnuvası olan Amerika Açık'tan da feragat ediyordu. Basına yapılan açıklamada karara gerekçe olarak esrarengiz bir virüs gösterilmişti. Ama işin aslı çok farklıydı. Başarılı raket, modern çağın en büyük illetlerinden birine yakalanmıştı: Panik atak!

 Bu satırların yazarının da sekiz yıldır boğuştuğu söz konusu hastalık, en basit tanımıyla vücudun alarm sisteminin bozulmasıdır. Ani bir çarpıntıyla ilk belirtisini gösteren panik bozukluk, hastaya ilk başta kalp krizi geçirdiğini zannettirir. Gelgelelim ortada hiçbir fizyolojik sorun yoktur. Tanı konulup tedavi başlayana kadar geçen süredeyse kuş çıvıltısından bile korkup irkilmeye, sokağa çıkamamaya ve kendinizi bir odaya hapsetmeye başlarsınız. Hastalıkla olan savaşını dokuz senenin sonunda kazanan Söderling'in bu süreçte neler yaşadığını ise gelin kendisinden dinleyelim:

 "Otele gittim ve kendimi yatağa bıraktım. Sürekli ağlıyordum. Ne zaman korta döneceğim aklıma gelse beni bir panik hâli alıyordu. Sürekli endişeliydim ve bu durum beni içten içe kemiriyordu. Evde oturuyor ve boş boş etrafa bakıyordum. En ufak bir ses paniklememe yetiyordu. Paspasın üstüne mektup düşse bayılacak kadar korkuyordum. Telefon çaldığında korkudan titriyordum. Ölmek istemiyordum ama Google'a girip nasıl intihar edebileceğimi araştırdım. Çünkü böylesine bir cehennemde yaşamaktan daha kötü bir şey olamazdı."

 Candan Erçetin'in meşhur şarkısındaki gibi gamsız hayat, Söderling'e de kahpe bir tuzak kurmuştu. Nadal'ı arka bahçesinde yenip imkansızı başaran ve dünyanın en soğukkanlı insanlarının bulunduğu coğrafyadan çıkan o buz gibi adam, golü hiç beklemediği bir köşeden yemiş ve yıllarca raket salladığı kortlara girmeyi düşünmekten bile korkar hâle gelmişti. Hikayenin finalinde ise Sode, kendisini öldürmeyen her şeyin güçlendirdiğini tecrübe etti. O, şimdi İsveç Davis Cup Takımı Kaptanı.

1 Temmuz 2020

Nadal İçin İki Ucu Sivri Değnek


 Koronavirüs tehdidine rağmen bu yıl yine kendi tarihinde düzenlenecek olan Amerika Açık, tarihinin en sönük organizasyonlarından birine sahne olma tehlikesiyle karşı karşıya. Sezonu kapattığını duyuran Roger Federer'in yokluğunda oynanacak turnuvada erkekler tenisinin diğer iki büyüğü Novak Djokovic ve Rafael Nadal'ın da yer almama olasılığı hiç de az değil.

 İki tenisçi daha evvel verdikleri beyanatlarda New York'a gidip gitmeme konusunda kararsız olduklarını ifade etmişlerdi. Bu noktada Novak ve Rafa'yı kara kara düşündüren en önemli husus ise Amerika Açık'ı da içine alan yedi hafta gibi kısa bir süre diliminde üç Masters (Cincinnati, Madrid, Roma) ve iki Grand Slam (Biri Roland Garros) turnuvasının oynanacak olması.

 Maça çıkmak şöyle dursun, aylardır doğru dürüst antrenman bile yapmayan oyuncuların böylesine yoğun bir turnuva maratonuna girmesi elbette mümkün değil. Nitekim Nadal'ın uzun yıllar antrenörlüğünü yapan amcası Toni de geçtiğimiz günlerde ESPN'e verdiği röportajda bu noktanın altını çizerken "Rafa'nın Amerika Açık için nasıl bir karar vereceğini bilmiyorum. Onunla konuştuğumda turnuvaya katılmasının şüpheli olduğunu söyledi. Bana takvimden bahsetti ki bu bence de kötü. Çünkü onun gibi tecrübeli oyuncular için böyle bir programı uygulamak imkansız." ifadelerini kullandı.

 Takvimdeki olağanüstü yoğunluğa bir de Avrupa Birliği ülkelerinin Amerika Birleşik Devletleri'ne uyguladığı seyahat kısıtlaması eklenince masadaki denklem son derece karmaşık bir hâle geliyor. Bu durumda ortaya çıkan en olası senaryo, Birleşik Amerikalı tenisçilerin Cincinnati Masters ve Amerika Açık'ı, Avrupalıların ise kendi kıtalarındaki toprak kort turnuvalarını tercih etmesi.

 Turnuvalar arasında seçim yaparken en çok zorlanacak isim, hem Amerika Açık hem de Roland Garros'ta son şampiyon unvanını elinde bulundurması nedeniyle Nadal olacak. İspanyol raket, Amerika Açık'a katılıp 2 bin puanını korumanın peşine düşerse 2020'yi Grand Slam kazanamadan tamamlama riskini arttırmış olacak. Bana göre daha makul olan diğer seçenek ise tarihin en büyük toprak kortçusu olarak puan kayıplarını göze alıp tamamı ile Roland Garros şampiyonluğuna odaklanması.

24 Haziran 2020

Babanı Da Sevmezdim Zaten Djokovic


 Yeşilçam sinemasının en sevilen yapımlarından biri olan Süt Kardeşler'de daha sonradan unutulmazlar arasına giren bir sahne vardır. Şener Şen'in canlandırdığı Kumandan Hüsamettin'in filmde damadı Bayram'a karşı kullandığı "Seni hiç sevmiyorum. Babanı da sevmezdim zaten." şeklindeki sözler, uzun yıllar dillerden düşmeyen bir repliğe dönüşmüştür. Ne babası ne de kendisi sevilen Bayram karakterinin günümüz tenisindeki karşılığı ise hiç kuşkusuz Novak Djokovic'ten başkası değil.

 Öteden beri tenis seyircisi nezdinde antipatik bulunan ve bu nedenle de Roger Federer ve Rafael Nadal'a gösterilen desteği hiçbir zaman alamayan Djokovic, şimdi de kendisinden nefret edenlerin eline büyük bir koz daha verdi. Pandemi süreci devam ederken bizzat organize ettiği Adria Tur adındaki beş ayaklı organizasyon, hem kendisi hem de beraberindeki üç tenisçinin (Grigor Dimitrov, Borna Coric ve Viktor Troicki) koronavirüse yakalanmasıyla sonuçlandı.

 Organizasyon, tıklım tıklım dolu tribünleri ve birbirleriyle futbol ve basketbol oynayıp gece kulübünde dans eden katılımcılarıyla sosyal mesafe kuralını hiçe saydı ve virüsün bulaşmasına davetiye çıkardı. Organizatör sıfatıyla inanılmaz bir sorumsuzluk örneği sergileyen Djokovic de başına büyük bir ihale aldı.

 Virüsün dünya geneline yayılmaya başladığı dönemde aşı olmayacağını söyleyen, son olarak da Amerika Açık'ın bulaş riskini azaltmak için almayı planladığı önlemleri aşırı bulduğunu açıklayan Sırp tenisçi, son kertede ölümcül bir salgını kale almamanın bedelini hem kendisi hem de meslektaşlarına ödeterek ciddi bir prestij kaybı yaşadı.
 
 Novak hasta yatağında şimşekleri üzerine çekedururken babası Srdjan ise akıllara ziyan açıklamalarına bir yenisini daha ekledi. Hırvat RTL televizyonuna konuşan baba Djokovic, yaşananlardan Dimitrov'u sorumlu tutarak "Neden böyle bir şey oldu? Çünkü bu adam, turnuvaya test edilmeden, hasta olarak geldi. Neticede Sırbistan, Hırvatistan ve Novak'ın ailesine büyük zarar verdi. Yaptığı doğru değil." ifadelerini kullandı.

 Srdjan'ın bu pişkinliği maalesef ilk değil. Utanmazlıkta çığır açan peder, geçtiğimiz hafta da Sport Klub kanalına verdiği röportajda Roger Federer'i kastederek "Bir insan 40 yaşında niye tenis oynar? Çünkü Nadal ve Djokovic'in kendisinden daha iyi olacağını kabul edemiyor. Hadi be adam! Git çocuklarını büyüt, kayak yap." herzelerini yumurtlamıştı.

 Tenisi yıllardır takip ediyorum ama elit seviyedeki diğer oyuncuların ebeveynlerinden hiçbirinin böylesine fütursuzca konuştuğunu hatırlamıyorum. Dahası, pek çoğu doğru dürüst röportaj bile vermez. O kadar ki Nadal'ın babasının ismini az evvel Google yordamıyla öğrendim. Aynı şekilde Robert Federer ve Yuri Sharapov da taş çatlasa bir-iki kez konuşmuştur. Öyleyse Srdjan Bey'in bu patavatsızlıklarını neye borçluyuz? Bu adama sus demenin zamanı geldi de geçmedi mi?

12 Haziran 2020

Djokovic Collins'in Hâlinden Ne Anlar?


 Koronavirüs tehlikesi tüm dünyada devam ederken birbirinin peşi sıra başlatılan normalleşme uygulamaları, kapitalizmin en meşhur çelişkilerinden birini bir kez daha gün yüzüne çıkardı: Para mı, sağlık mı?

 Pandemi yokken 24 Ağustos'ta başlaması planlanan Amerika Açık'ın bu sene düzenlenip düzenlenmeyeceği hâlâ belirsizliğini koruyor. Rafael Nadal ve Novak Djokovic ise verdikleri son röportajlarda turnuvanın oynanmasına yönelik çekincelerini bildiren açıklamalarda bulundular. Nadal, sıhhi endişelerini haklı olarak ön plana çıkarıp "Bugün bana Amerika Açık'a gelir misin diye sorsalar hayır derdim. Çünkü turnuva için ideal bir ortam yok." ifadelerini kullandı. Djokovic ise turnuva yönetiminin almayı planladığı önlemleri "aşırı" bulduğunu söylerken "Manhattan'a giremeyeceğiz. Havaalanındaki otellerde kalacağız. Aynı şekilde yanımızda sadece bir kişi götürebileceğiz ki böyle bir şeyin mümkünatı yok. Bir tenisçi; koçuna, fitness antrenörüne ve fizyoterapistine ihtiyaç duyar." şeklinde konuştu. Novak'ın konfor alanından çıkmak istemediğini gösteren bu sözlerine tepkiler gecikmedi.

 Tek gelir kaynağı turnuvalar olduğu için üç aydır para kazanamayan ve bir an evvel evlerine ekmek götürmenin derdinde olan tenisçilerden Danielle Collins, sosyal medya hesabından Djokovic'e şu sözlerle çıkıştı:

 "Amerika Açık, yeniden para kazanmamız için devasa bir fırsat ama gelin görün ki yakın çevresini turnuvaya getiremeyeceği için çok zorlanacağını söyleyen bir dünya 1 numarasıyla karşı karşıyayız. Kariyeri boyunca 150 milyon euro kazanmış biri için 'Parayı n'apacaksınız? Oynamayı reddedin.' demek kolay. Ama turnuvalara zaten tek başına giden benim gibi pek çok oyuncunun çalışmaya ihtiyacı var."

 Bir tarafta mahvolan hane ekonomileri, diğer yanda ise insan hayatını tehdit eden bir salgın hastalık... İnsanlık, böylesine dar bir kıskacın içinde sıkışıp kalmışken tenis de kendisi için bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Zira küresel kapitalist düzende ne yârdan vazgeçilebiliyor ne de serden.