10 Temmuz 2022

Bitmeyen İstismar: Nadal'ın Sakatlıkları

  Sakatlıklar, her sporda olduğu gibi tenisin de bir parçası. İstisnasız her tenisçi kariyerinde en az bir kere bu dertten muzdarip oluyor. Ancak içlerinde birisi var ki sakatlık konusunu onun kadar istismar edenine henüz rastlamadım. Evet, başlıktan da belli olduğu üzere Rafael Nadal'dan bahsediyorum.

 Eleştirilerimi sıralamadan evvel şunun altını kalın kalın çizeyim: Nadal'ın sakatlık numarası yaptığını hiçbir zaman düşünmedim. Dolayısıyla buradaki temel itirazım, birilerinin zannettiği gibi "Yalandan sağlık molası alıyor. Böylece rakibinin ritmini bozuyor." sığlığında olmayacak. 

 Bu yılın üçüncü Grand Slam'ini geride bırakıyoruz ve şu ana kadar oynanan üç majör turnuvaya da Nadal'ın sakatlıkları damgasını vurdu. Tenisi uzun süredir takip edenler için elbette yeni olmayan bu durum, İspanyol tenisçinin kariyerinin başından bu yana yaşadığı hemen her fiziksel sıkıntıyı kamuoyu önünde açığa vurmasının bir sonucu. Ne var ki bu şeffaflık sportmenlik açısından bir hayli sıkıntılı. 

 Kendisi ve ekibinin basına verdikleri demeçlerden Nadal'ın asla kötü oynadığı için yenilmiş olamayacağı ve bütün mağlubiyetlerinin yaşadığı sakatlıklardan kaynaklandığı gibi gülünç bir sonuç ortaya çıkıyor. Kaybederken sakatlık yüzünden kaybeden, kazanırken de sakatlığa rağmen kazanan bir oyuncu miti yarattılar ki bu, hem rakiplerin emeğine yapılmış ciddi bir saygısızlık hem de bir illüzyon.

 İllüzyon çünkü vücudunun herhangi bir bölgesinde ağrı hisseden bir tenisçinin bırakın maç kazanmayı, oyuna konsantre olması bile mümkün değil. Nadal eğer bir problemi olduğu hâlde maç ya da turnuva kazanıyorsa acıya bile direnen insanüstü bir yaratık olmasından değil, uygulanan yangın söndürücü tedaviler sayesindedir. Nitekim son Roland Garros'ta ayağı uyuşturulmuş bir şekilde oynadığını bizzat kendi ağzından duyduk.

 Üstü özenle örtülen bir başka gerçek ise Nadal'ın sakatlıklarının ona başarıyı getiren oyun stilinin doğal bir sonucu olduğu. Bu noktada kendisi için sıklıkla yapılan "Sakatlıkları olmasaydı kim bilir daha neler neler kazanırdı?" yorumu anlamsızdır. Zira Nadal'ın sakatlık yaşamasını önleyecek koşul, aynı zamanda bugün sahip olduklarının büyük bir kısmını da elinden alacaktı. 

 Tüm bunlardan hareketle Nadal'ın sakatlıkları üzerinden kurgulanan popüler tenis anlatılarının gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur. Nadal ve ekibinin dolaylı olarak diğer oyuncuları küçümseyen ve artık kabak tadı veren sakatlık söylemlerine tenis dünyasından niçin esaslı bir eleştirinin gelmediği de haklı bir sorudur. 

21 Nisan 2022

Filler Tepişir, Çimenler Ezilir

 Siyaseti yalnızca makro düzeyde düşünmemek gerekir. Toplumsal mücadelenin yaşandığı her alanda siyaset mutlaka vardır. Buna spor da dahildir. Sporcular, federasyonlar, sponsorlar ve yayıncılar başta olmak üzere aralarında çıkar çatışması bulunan pek çok grubu içinde barındıran bir ekosistem eşyanın tabiatı gereği politiktir. Dolayısıyla "Spora siyaset karışmamalı." klişesinin temelde hiçbir geçerliliği yoktur. 

 Aralarındaki varoluşsal ilişkiye rağmen sporun yerel ve küresel siyasetin mümkün mertebe dışında kalmasını istemekse esasında haklı bir taleptir. Söz gelimi spor, bir tür siyasi arenaya dönüştürülmemeli ve özerk bir yapıya sahip olmalıdır. Aksi hâlde sporun hiçbir anlamı kalmayacaktır. Ne var ki bu en temel kaidenin bile sürekli çiğnendiğini görüyoruz. Spor, dönemsel olarak siyasetin bir aracı hâline gelmekten kendisini bir türlü kurtaramıyor.

 Bahsettiğimiz durumun son örneği, Wimbledon yönetiminin Ukrayna ve Rusya arasındaki savaştan ötürü Rus ve Belaruslu sporcuları turnuvadan men etmesi oldu. Böylece Rusya ile NATO'nun başat ülkeleri arasında cereyan eden küresel güç mücadelesi spor sahalarına da taşınırken bundan en büyük zararı savaşta hiçbir sorumluluğu bulunmayan tenisçiler gördü. 

 Faşizanlığı kendinden menkul olan bu karar, Batı'nın tipik ikiyüzlülüğüne gösterilebilecek sayısız kanıttan sadece biri. Kendilerini barış ve özgürlük havarisi olarak tanıtan bu ülkeler, gerçekten öyleyseler Amerika Birleşik Devletleri Irak'ı işgal ederken neredelerdi? Aynı şekilde yıllardır Filistinlilere zulmeden İsrail'den bugüne kadar yaptırımla karşılaşan herhangi bir sporcu oldu mu? Yoksa öldüren kendilerinden olunca alınan tavır da değişiyor mu?

 Soğuk Savaş'ın devam ettiği yıllarda 1980 Moskova Olimpiyatı Batı Bloku, 1984 Los Angeles Olimpiyatı da Doğu Bloku ülkeleri tarafından boykot edilmişti. Aradan geçen 40 yıla rağmen bazı kafaların hâlâ değişmediği görülüyor. Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm çoktan tarihe karıştı ama küresel hegemonya savaşları yalnızca şekil değiştirdi. Neticede filler tepişirken çimenler ezilmeye devam ediyor. Bu hikayedeki çimenlerse Wimbledon zeminindekiler değil, Rus ve Belaruslu tenisçiler oldu. 

11 Nisan 2022

Cinsiyetçi Bir Şov: Battle of Sexes

 Tenisteki kadın mücadelesi ve eşit para ödülü söz konusu olduğunda mutlaka bahsi geçen bir maç var. O da 20 Eylül 1973'te Houston Astrodome'da Billie Jean King ile Bobby Riggs'i karşı karşıya getiren ve tarihe Battle of Sexes, yani Cinsiyetler Savaşı olarak geçen mücadele. 

 Her şeyden evvel belirtmek gerekir ki yakın zamanda filmi de çekilen bu tenis klasiği tam anlamıyla bir Amerikan şov kültürü ürünüdür. Zaten olayın çıkış noktasında da tüm hayatını azılı bir kumarbaz olarak geçiren Riggs'in hem para kazanmak hem de ilgi çekmek amacıyla dünyanın o dönemki en iyi kadın tenisçilerine meydan okuması vardır. Kahramanımız, King ile olan düellosundan önce de basına verdiği demeçlerde kendisine biçtiği şovenist-cinsiyetçi rolün hakkını iğrençlik derecesindeki eril söylemleriyle sonuna kadar vermiştir. 

 Bu noktada tenisteki kadın hareketinin öncüsü olan King'in neden böyle bir sirk gösterisinin parçası olduğu haklı bir sorudur. Gayriciddi de olsa kadınların yatak odası ve mutfağa ait olduğunu söyleyen, karşılaşma öncesindeki seremonide de kendisine hakaret ederek lolipop uzatan biriyle aynı kortu paylaşmak bir kadın hakları aktivistine yakışmayacak bayağılıktadır. 

 Bir diğer tartışma ise King'in 6-4, 6-3 ve 6-3'lük setlerle elde ettiği galibiyetin ne kadar temiz olduğudur. Zira olaydan yıllar sonra konuşan bazı tanıklar, Riggs'in tefecilere olan borcunu ödemek için bu karşılaşmada kendi yenilgisine bahis oynadığını söylemişlerdir. Riggs'in anormal basit hataları ve beş set üzerinden oynanan bir maçta tek set dahi alamamış olması, bu randevudan henüz dört ay evvel dünya 1 numarası Margaret Court'u 6-2, 6-1'le yenmiş olduğu gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde şike iddialarına büyük bir haklılık zemini kazandırmaktadır. Öte yandan 29 yaşındaki King'in 55 yaşındaki Riggs'i yenmesi, aradaki büyük yaş farkından ötürü kadın ve erkek tenisçiler arasındaki güç dengesi adına bize hiçbir şey söylememektedir.

 Söz gelimi Battle of Sexes, mahiyeti itibarı ile kadınların spor alanında erkeklere karşı elde ettiği tarihi bir zafer ya da gerçek anlamda bir cinsiyetler savaşı değildir. Bu kült maç, ulaştığı 90 milyonluk izleyici kitlesiyle devasa bir tenis gösterisidir ve bu kapsamda değerlendirilmelidir. 

2 Nisan 2022

Ortak Üretim, Eşit Para Ödülü

 Öncelikle şunun altını çizelim: Teniste erkek ve kadın sporcuların katıldıkları turnuvalardan aynı parayı kazanması gibi bir durum söz konusu değil. Nitekim ATP Turu'ndaki turnuvaların %90'ından fazlası, WTA Turu'ndaki muadillerine göre daha çok para ödülü dağıtıyor. Birilerinin sürekli şikayet ettiği eşit para ödülü uygulaması ise her iki tur için aynı seviyeye sahip olan ve erkek ve kadınların eş zamanlı olarak oynadıkları turnuvalarda geçerli. Bunlar da dört Grand Slam ve birkaç 1000 puanlık organizasyondan ibaret. 

 Seyircilerin aynı biletle hem erkek hem de kadın maçlarını izleyebildiği, dolayısıyla gelirin ortaklaşa üretildiği turnuvalarda dağıtılan para ödülünün eşit olmasından daha doğal bir durum yok. Buna karşı çıkanlar ise maçları daha çok izlendiği için erkek tenisçilerin havuza daha çok para getirdiğini ve bu nedenle kadınlardan daha fazla kazanmaları gerektiğini öne sürmekte. 

 Erkek tenisinin son yıllarda kalite ve rekabet açısından kadın tenisinin önünde olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak bu üstünlük, dönemsel olduğundan ileride pekala el değiştirebilir. Nitekim milenyumun başında da WTA Turu, ATP Turu'na göre çok daha ilgi çekiciydi. Ayrıca ATP'nin şu anki cazibesinin neredeyse tamamını Roger Federer, Rafael Nadal ve Novak Djokovic gibi üç istisnai sporcuya borçlu olduğunu unutmamak gerekir. Yeni nesil tenisçiler, en genci 35 yaşında olan bu üçlüden yıllardır bayrağı devralamıyor. Dolayısıyla söz konusu isimlerin emekliliğinin ardından ATP'nin bütün büyüsünü kaybetmesi ve dengenin WTA lehine değişmesi son derece olası.

 Öte yandan bir tenis maçının izlenme oranı, yalnızca korta çıkan oyuncuların kariyerlerine bağlı bir durum değil. Karşılaşmanın tenis tarihi açısından önemi, korttaki isimlerin şöhreti veya turnuvanın düzenlendiği ülkenin vatandaşı olup olmamaları gibi pek çok reyting faktörü mevcut. Kısacası elimizde kimin ne kadar çok para kazandırdığını somut bir şekilde ölçecek ve buna göre ödül taksimi yapacak bir sistem yok. 

 Eşit para ödülü karşıtları tarafından en çok kullanılan argümanlardan biri de Grand Slam turnuvalarında erkek maçlarının beş, kadın maçlarının ise üç set üzerinden oynanması. Ne var ki tenis, korttaki mesai saatinize göre ücretlendirildiğiniz bir spor değil.

 Sonuç olarak ATP ve WTA turları nezdinde aynı seviyeye sahip olan ve erkeklerle kadınların eş zamanlı olarak oynadıkları turnuvalarda para ödüllerinin eşit dağıtılması en doğrusudur. Bu noktada belirleyici unsur, katma değerin erkek ve kadın tenisçiler tarafından birlikte üretilmesidir.

31 Mart 2022

Eşit Para Ödülü Bir Devrim Kazanımıdır

 Grand Slam turnuvalarındaki eşit para ödülü uygulaması, istisnasız her yıl cinsiyetçi birileri tarafından tartışmaya açılıyor. Geleneği bu sene sürdüren isimse Stefanos Tsitsipas oldu. Yunan tenisçi, kendileriyle aynı parayı kazanan kadın meslektaşlarının da maçlarını beş set üzerinden oynayabileceğini buyurdu. Eşit para ödülü karşıtları tarafından öne sürülen bu ve bunun gibi daha pek çok teze tek tek yanıt vermek mümkün. Ancak bu mesele, tarihsel arka planına bakılmadan tam olarak anlaşılamaz.

 Teniste 1968 itibarı ile Grand Slam turnuvalarının profesyonel oyunculara kapılarını açmasının ardından ilk büyük çatışma para ödülleri konusunda yaşandı. Billie Jean King'in başını çektiği dokuz oyuncu, beraber yarıştıkları turnuvalarda erkek meslektaşlarının 10'da biri kadar ödül alabildikleri adaletsiz düzene karşı bayrak açarak bugünkü WTA'nın kurulmasına gidecek süreci başlatmış oldu.

 Adına Original 9 denilen devrimci kadın tenisçiler, hemcinslerinin bu spordan hayatını kazanabilecekleri bağımsız bir oluşum yaratmak için yola çıkmışlardı. Kariyerlerini tehlikeye atmışlar ve Birleşik Devletler Tenis Federasyonu USLTA tarafından kara listeye alınmışlardı ama kaybedecek bir şeyleri de yoktu. 1970 yılında Houstan'da bir sigara firmasının sponsorluğunda düzenledikleri turnuva beklenen ilgiyi görünce ertesi yıl Virginia Slims Circuit adlı ilk sezonluk turlarına sahip oldular. 1973'te WTA'nın kurulmasıyla kadın tenisi tek bir çatı altında toplanırken aynı sene Amerika Açık da dağıttığı para ödüllerini eşitlediğini duyuruyordu. 

 Diğer majör turnuvaların eşit ücret tarifesini benimsemesi ise Amerika Açık'ınki kadar hızlı olmadı. Tenisin en prestijli turnuvası olarak görülen Wimbledon, kadın ve erkek tenisçilere verdiği para ödülleri arasındaki sembolik farkı 2007'ye kadar inatla sürdürerek namına pek de yakışan bir tutuculuk örneği sergiledi. İngilizler, Venus Williams'ın açıktan yürüttüğü kampanyanın sonucunda nihayet pes etti ve 34 yıl içinde tüm Grand Slam'ler eşit para ödülü uygulamasına geçmiş oldu.

 Son tahlilde kadın tenisçiler, bugün sahip oldukları haklara birilerinin lütfuyla değil, on yıllara yayılan çok çetin bir mücadeleyle ulaştı. Dolayısıyla birkaç kendini bilmez geri kafalının lafıyla bunlardan vazgeçilmesinin mümkünatı yok. Kadın ve erkeklerin geliri birlikte ürettiği ve statüsü ATP ve WTA nezdinde aynı olan tüm turnuvalarda para ödülleri ilelebet eşit olacaktır ve olmalıdır. 

15 Mart 2022

Osaka'ya Yapılan Tenis Terbiyesizliğidir

 Şımarık, mızmız, kaprisli... Naomi Osaka, geçtiğimiz sezon Roland Garros'ta basın toplantılarına katılmama kararı aldığından beri bu tip sıfatlarla yaftalanıyor. Hele bir de dört Grand Slam kazanıp dünya 1 numarası olmuş bir tenisçinin tenisçiliğini sorgulamaya kalkanlar var ki onlar için zaten kelimeler kifayetsiz. Tam bir cahil küstahlığı.

 Japon raket, Indian Wells ikinci turunda Veronika Kudermetova'ya iki sette kaybettiği maç sırasında bir seyircinin kendisine yönelik sözlü tacizine verdiği reaksiyonla bir kez daha gündeme oturdu. Kendisine vurmak için tetikte bekleyen sosyal medya infazcılarına da aradıkları fırsatı vermiş oldu.

 Kuşkusuz işin ağlama boyutuna varması, Osaka'nın zihinsel açıdan kendi seviyesindeki bir oyuncuya yakışmayacak kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Ancak bu durum, gösterdiği tepkinin haksız olduğu manasına gelmiyor. Bu kadar kırılgansa tenis oynamayı bıraksın diyenlerin fena hâlde yanıldıkları bir nokta var.

 Tenise ilgisi en asgari düzeyde olan biri bile bu sporun konsantrasyona dayandığını ve tribündeki izleyicinin korttaki oyuncuyu en ufak bir şekilde rahatsız etme hakkının bulunmadığını bilir. Bu en temel kuralın çiğnendiği durumlarda ise tenisçilerin reaksiyon göstermesi kaçınılmazdır. Robotik vasıflarına rağmen Roger Federer, Rafael Nadal ve Novak Djokovic üçlüsü dahi dikkatlerini dağıtan en ufak bir harekette seyirciyle hırlaşabiliyorken Osaka'nın kendisine yönelik aşağılayıcı bir sözü kafasına takması gayet normal. Anormal olan, uzun süre bunun etkisinden çıkamaması.

 Bir seyircinin bir tenisçiye "You suck!" diye bağırmasının asla kabul edilemeyeceğini ve böyle bir şeyin teniste yeri olmadığını söylemeden Osaka'yı merkezine alan her eleştiri bilerek veya bilmeyerek bu sporun içinin boşaltılmasına hizmet ediyor. Dolayısıyla buradaki öncelik, Osaka'nın şahsı değil, giderek artan bu terbiyesizliklere dur demek olmalı.

11 Ocak 2022

İki Suç Ortağı: Djokovic ve Tiley

 Novak Djokovic'in Melbourne Havaalanı'nda alıkonulmasıyla başlayan rezillikler silsilesi boyunca ortaya saçılan belge ve bilgiler, Sırp tenisçiye Avustralya Açık tarafından tanınan aşı muafiyetinin nasıl bir düzmece olduğunu fazlasıyla kanıtladı.

 Dünya 1 numarası, güya 16 Aralık 2021 tarihli PCR testinin pozitif çıkması sayesinde muafiyetten faydalanmış. Ne var ki virüse yakalandığı iddia edilen kahramanımız, ayın 17'sinde karantinada olması gerekirken kendi adını taşıyan tenis merkezinde küçük çocuklarla maskesiz bir şekilde fotoğraflar çektiriyor, bir sonraki günse L'Equipe gazetesi için kameraların karşısına geçiyor. Anlayacağınız o ki söz konusu test sahte. Ancak sahtekarlık tek taraflı değil. Aşı muafiyeti için son başvuru tarihini 10 Aralık olarak duyuran Avustralya Açık yönetimi de açık bir şekilde suça ortak olmuş.

 Djokovic'in bir başka yalan beyanı ise Avustralya'ya seyahat etmek için doldurduğu formda gizli. Kendisi, uçuşundan önceki son 14 gün içerisinde hiçbir ülkeye gitmediğini belirtmiş. Oysa aynı zaman aralığında Belgrad'dan İspanya'ya gittiği kanıtlarıyla ortada.

 Hâl böyleyken ne mahkemenin vize iptalini durdurma kararı ne de Avustralya Göç Bakanı'nın pek çok dinamiği göz önünde bulundurarak bu yılan hikayesine koyacağı son nokta bir önem arz ediyor. Ortada ticari kaygılarla bir oyuncuya iltimas geçen bir Grand Slam yönetimi ve düzenbazlık yaparak haksız bir ayrıcalık elde eden bir dünya 1 numarası mevcut. Gelinen noktada Avustralya Açık Direktörü Craig Tiley derhal istifa etmeli, Djokovic de turnuvadan kendi rızasıyla çekilmeliydi. Ancak bu ikili, yüzsüzlüğü geçer akçe görüyor olmalı.

 Spor kapitalizminin çarkları kirlidir. Bazen birileri buna çomak sokar ve tüm pislikler etrafa dökülür. Buradaki olay da daha farklı bir şey değil. Mister Tiley'e hayırlı işler ve bol kazançlar! Djokovic ise bu saatten sonra "Herkes bana düşman." diye yakınmayı bir zahmet bıraksın. Zatıaliniz muhtemelen tarihin en başarılı tenisçisi olacak. Fakat Stefan Edberg, Pete Sampras ve Roger Federer gibi karakterleriyle abidevileşmiş sporcuların liginde asla yer alamayacak. 

4 Ocak 2022

Minareyi Çalan Kılıfını Hazırlar

 Haftalardır cevabı aranan soru bugün nihayet yanıt buldu ve Novak Djokovic tıbbi muafiyetle Avustralya Açık'ta yarışacağını duyurdu. Bu kararın bize söylediği şu: Pandeminin henüz ilk aylarında aşı olmayacağını açıklayan Sırp tenisçinin meğer aşılanması sakıncalıymış. Bak sen şu Allah'ın işine! Madem böyle bir engel vardı, kahramanımız neden şimdiye kadar bunu dillendirmedi de tenis alemini merakta bıraktı?

 Turnuvaya ev sahipliği yapan Victoria eyaleti, tıbbi muafiyet için aşağıdaki beş şarttan en az birinin sağlanmasını talep ediyor:

 1-Son üç ay içinde inflamatuar kalp hastalığı geçirmiş olmak
 2-Ciddi akut hastalık
 3-Son altı ay içinde koronavirüs testinin pozitif çıkması
 4-Bir önceki aşı dozuna bağlı ciddi fiziksel rahatsızlık
 5-Aşı esnasında kendisi ve etraftakiler için risk içermek

 İlk durumdaki bir kişinin profesyonel spora devam etmesi mümkün değil. Öte yandan Djokovic, son altı ay içinde koronavirüse yakalanmadı ve aşı da olmadı. Dolayısıyla üçüncü ve dördüncü seçenekler de eleniyor. Bu durumda dünya 1 numarasının esrarengiz bir akut rahatsızlığı ya da zihinsel bir problemi olması gerekiyor. Ben de dahil pek çok kişi ise kendisinin yukarıdaki şartlardan herhangi birini sağladığına inanmıyor.

 Djokovic'in hangi gerekçeyle aşı zorunluluğundan muaf tutulduğunu kendisi açıklamadıkça asla bilemeyeceğiz. Halbuki bir turnuvaya aşı zorunluluğu getiriyorsanız tanıdığınız muafiyetlerin gerekçesini de şeffaflık ilkesi gereği kamuoyuyla paylaşmalısınız. Adaletin söz konusu olduğu bir noktada kişisel verilerin gizliliği bahanesine sarılamazsınız. Aksi hâlde sisteminiz her türlü türlü suistimale açık demektir.

 Bu vesileyle spor kapitalizminin mide bulandırıcı uygulamalarından birine daha tanıklık ettik. Saflık bizde ki Grand Slam gibi rant cennetlerinden alavere dalaveresiz işler bekliyoruz. Daha çok bekleriz.