30 Haziran 2017

Bir Turnuva Nasıl Yapılmaz?


 Hafta boyunca çiçeği burnunda çim kort turnuvamız Antalya Açık'ı izlerken bir yandan da başlıktaki sorunun cevaplarını öğrenmiş olduk. Gerçi turnuva henüz bitmiş değil ama sağ olsun şimdiden mebzul miktarda malzeme sundu bizlere.

 İsterseniz en çok aşina olduğumuz meseleden başlayalım
yazmaya. Öyle ki İstanbul Cup ve İstanbul Açık'taki seyirci kıtlığından yakınan kimselerin artık Antalya Açık adında yeni bir dert kaynağı daha var. İstanbul'daki boş tribünlere ilişkin kaleme aldığım son yazıda çok yalın bir gerçeklikten söz etmiştim hatırlarsanız: İnsanların para ödeyerek katıldıkları bir etkinlikte aradıkları tek şey hoş vakit geçirmektir. Fakat anladığım kadarıyla Türkiye'deki turnuvaları organize edenler, tenisseverlere işkence çektirmekten garip bir haz duyuyor. Yoksa çöl sıcaklarının ortasında konuşlanmış bir tesiste tribünlerin çatısız olmasını başka bir nedenle açıklayamayız.

 Evvelden de söylemiştim, seyircisizlik, bu seviyedeki hemen her turnuvada yaşanabilecek bir problemdir. Fakat antrenman kortlarından birindeki geri çizginin zikzak yapması kelimenin tam anlamıyla skandaldır. Bugünkü Baghdatis-Sugita maçında yaşananlarsa organizasyonun deyim yerindeyse tüyü diktiği an oldu. Turnuvanın boyu bu kadar kısalmış ve tribünler bomboşken sıcaklığın 40 derecenin üzerinde seyrettiği bir havada tenisçileri sabahın erken saatlerinde korta sürmek ancak bir akıl tutulmasıyla izah edilebilir!

 Tüm bu rezaletler, bu turnuvanın organizasyonunda görev alanların ne kadar kifayetsiz olduklarının da birer kanıtı aslında. Ama ne gam! Zira utanmazlık, bizim memleketin geçer akçesi bir süredir. Öyle olmasa TTF, bugünkü basın bülteninde Baghdatis'in neden "maçı bıraktığını" da yazardı.

17 Haziran 2017

Neden Letonya Bile Olamıyoruz?


 Bazı kimseler, sporun ülke koşullarından hiç ama hiç etkilenmeyen korunaklı bir saha olduğunu zannediyor. Oysa spor da tıpkı hayatın diğer alanları gibi bir ülkenin mikrokozmosudur. Başka bir deyişle bir ülkenin sporu, o ülkedeki genel vaziyeti yansıtır. Nitekim Türk tenisine baktığımızda da memleketteki bozuk düzene dair çok şey görüyoruz. Arpalığa dönmüş bir federasyon, tek derdi iktidara şirin görünmek olan yöneticiler ve yapılan bomboş işler bunlardan bazıları.

 Jelena Ostapenko'nun Roland Garros'ta elde ettiği şampiyonluktan bu yana herkesin dilinde aynı soru var: Nüfusu takriben 2 milyon olan Letonya bir Grand Slam şampiyonu çıkarabiliyorken 80 milyonluk Türkiye niçin tenisçi yetiştiremiyor? Hemen yanıtlayalım: Türkiye'nin kamu yararını önceleyen bir spor politikası yok da ondan.

 Letonya'da herhangi bir ATP ya da WTA turnuvası oynanmıyor. Bırakın onu, bu Baltık ülkesinde organize edilen tek bir ITF turnuvası bile yok. Hâlihazırda iki ATP, bir de WTA turnuvasına ev sahipliği yapan ülkemiz ise her hafta düzenlediği ITF turnuvaları sayesinde turnuva cennetine dönüşmüş durumda. Gelin görün ki Grand Slam şampiyonu bizden değil, Letonya'dan çıkıyor. Çünkü turnuva düzenleyerek ya da tesis inşa ederek tenisçi yetiştirilmiyor. Tıpkı sokak ortasında iki çocuğa raket tutturduğunuzda tenisi tabana yaymış olmadığınız gibi.

 Velhasıl birileri çalışıyor, doğru işleri yapıyor ve karşılığını alıyor. Bize ise iş ahlakından yoksun, kifayetsiz yöneticilerimiz sayesinde el alemin başarılarını gıptayla seyretmek düşüyor.

10 Haziran 2017

Geri Çizgiye Otobüs Çekmek


 Açık konuşmak gerekirse teniste defansif karakterli oyunculardan hiç ama hiç hazzetmiyorum. Bu tarz tenisçilerin içinde olduğu bir maç çoğu zaman işkenceye dönüşüyor benim için. Böylesi oyuncuların geri çevirdikleri her top, korttaki rakipleri kadar benim de sinirlerimi yıpratıyor. 

 Oyun tarzıyla bana fenalık getiren tenisçilerden biri bugün Roland Garros finalinde boy gösterdi. Hoş, ne kadar boy gösterebildiği de ayrı bir tartışma konusu. Zira Simona Halep ile Jelena Ostapenko'yu buluşturan final maçı, daha çok Ostapenko'nun puan vuruşları ile basit hataları arasında geçti. Nitekim istatistiklere baktığımızda Ostapenko'nun puan vuruşlarında 54'e sekiz gibi ezici bir üstünlük kurduğunu görüyoruz.

 Halep'in üç yıl evvel Maria Sharapova'ya kaybettiği Roland Garros finalinde doğrudan kazanılan puanlar 46'ya 20'ydi. Rumen raketin oyun stilini göz önüne aldığımızda bu gayet makul bir istatistik. Ancak bugünkü sekiz winner'a 10 basit hatalık performans, maçın gidişatını tamamı ile Ostapenko'nun belirlediğini gösteriyor. Böyle bir senaryoda Halep'in şampiyon olması gerçekten tenise ihanet olurdu. Neyse ki olmadı.

 Bugüne kadarki sayısız boş atışa rağmen her yeni şampiyona "geleceğin süperstarı" etiketini yapıştırmaktan imtina etmeyen tenis dünyası, Paris'in yeni matmazeli Ostapenko için de bu huyundan vazgeçmeyecektir. Fakat her defasında söylediğimiz gibi büyük tenisçi olabilmek için pek çok yeterliliğin bir araya gelmesi gerekiyor. Ostapenko'daki eksik taşların yerine oturup oturmayacağını ise zaman gösterecek.

7 Haziran 2017

Tenisçileri Rahat Bırakın


 İnsanların her şeyi çok çabuk tükettiği ve hiçbir şeyden memnun olamadıkları bir çağda yaşıyoruz. Konforculuk batağına saplanmış yeni nesil, sahip olduklarından hep daha fazlasını talep ediyor. Bu durumun tenisteki tezahürü ise kimi izleyicilerin oyunculardan robot gibi davranmalarını beklemesi. Hâlihazırda devam etmekte olan Roland Garros'ta yeniden gündeme gelen zaman ihlalleri meselesinin temelinde de bu gayriinsani bakış açısı yatıyor.

 Teniste iki puan arasında geçen süreyi maksimum 20 saniye ile sınırlandıran "şut saati" uygulaması bundan birkaç sene evvel maçların hızlandırılması amacıyla yürürlüğe konuldu. Dünya tenisini yönetenler, doğası gereği futbol kadar akışkan olmayan bu sporu doyumsuz yeni nesillere de sevdirmek istiyordu. Söz konusu kuralın katı bir şekilde uygulanmasının ne kadar insanlık dışı olduğu ise pratikte ortaya çıktı.

 Dünya üzerindeki her insan gibi tenisçilerin de birtakım ritüelleri veya alışkanlıkları var. Örneğin Rafael Nadal, her puandan önce saçını düzeltir ve şortunun arkasını çekiştirir. Bunun yegane sebebi kendisini bu şekilde rahat hissetmesidir. Nadal'ın ritüelleri belki hoşunuza gitmiyor olabilir fakat bunları engellemeye kalkışmak tek kelimeyle zorbalık.

 Öte yandan 20 saniye kuralı uzun süren bir puanın ardından uygulandığında oyuncuların nefes alacak imkanı bile olmuyor. Neyse ki hakemlerin büyük bölümü kuralı esnetiyor da maçlarda fazla hır gür çıkmıyor.

 Spor, içinde insana ait ögeleri barındırdığı için güzeldir. O yüzden bırakalım da tenisçiler kendilerini nasıl rahat hissediyorlarsa öyle oynasınlar. Bundan memnun olmayanlar ise bir zahmet konsol oyunlarıyla tatmin olmayı denesin. Zira orada hayallerindekine daha yakın bir insan profili var.