27 Kasım 2017

Sharapova'dan Alınacak Dersler Var


 Ülke olarak maalesef dış dünyadan çok kopuk bir şekilde yaşıyoruz. Gereksiz aşağılık komplekslerimiz ve olmadık şeylere büyük önemler atfetmemizin temelinde de büyük oranda bu durum yatıyor. Hafta sonu Sinan Erdem'de oynanan Maria Sharapova ile Çağla Büyükakçay arasındaki gösteri maçının öncesi ve sonrasında yaşananlar da kimi algılarımızın ne kadar sakat olduğunu bir kez daha kanıtladı.

 Kamuoyuna "dev maç" sloganıyla sunulan bu mücadele, az evvel de ifade ettiğim üzere sadece bir gösteri karşılaşmasıydı. Bu tip maçların da tamamı ile şov ve eğlence amacı güttüğü, dünyayı biraz takip eden her tenisseverin malumudur. Mesela birkaç hafta önce Glasgow'da oynanan Andy Murray-Roger Federer maçı da yine bu maksatla tertiplenmiş ve mücadele esnasında Federer, bir süre İskoç eteği (kilt) ile tenis oynamıştı. Bizde ise bu durumun farkında olanlar, içlerinden birinin Sharapova'ya evlilik teklifi yaptığı seyircilerle sınırlı kaldı maalesef.

 Evvela organizasyondaki baş aktörlerin maçın bir hafta öncesinden itibaren yaptıkları sosyal medya paylaşımları aradaki vizyon ve zihniyet farkının en net kanıtıydı. O paylaşımlara baktığımızda bir tarafta bir gösteri maçı için oldukça yoğun bir mesai harcayan Çağla'yı, diğer tarafta ise çalışmalarını bu hükümsüz maçı değil, gelecek sezonu baz alarak gerçekleştiren Sharapova'yı görüyorduk. Neticede de kazanan, işini usulünce yapan Sharapova oldu. İstanbul'a maçtan 15 saat evvel ayak basan ve öncesinde de Birleşik Arap Emirlikleri'nde gezip tozan Rus tenisçinin 7-6, 6-0'lık galibiyeti almasını bilene büyük dersler verdi.

 Sharapova'nın 10 küsur yıllık profesyonel kariyerinde Çağla'dan daha düşük klasmana sahip oyunculara karşı kaybettiği nice maç vardır. Ama sonucunun hiçbir anlam ifade etmediği dünkü karşılaşmayı milli tenisçimiz kazansaydı şu anda büyük bir gümbürtüyü seyreyliyor olurduk. Çünkü yöneticisinden medyasına, antrenöründen sporcusuna kadar hiç kimse sağlıklı düşünemiyor bu memlekette. Öyle olmasa ülke tenisinin başındaki şahıs, maçın hemen akabinde Çağla'nın gösterdiği mücadeleden ötürü duyduğu gururu anlatan bir tweet atar mıydı?

 Winner: Sharapova'nın 6-0'la kazandığı ikinci set
 Basit hata: Tribünden "Sharapova'yı desteklemeyin." diye bağıran muhterem

20 Kasım 2017

Servis-Vole Öldü Mü?


 Sorunun cevabını en başta verelim: Hayır, ölmedi. Bilakis dünya klasmanında ilk 100 içinde yer alıp da hâlâ bu tarz oynayan tenisçiler mevcut. Daha elit seviyelerdeyse tıpkı o veciz sözdeki gibi sadece şekil değiştirdi servis-vole. Fakat geneli baz alarak konuşacak olursak evet, servis-voleyi kullanan oyuncu sayısı geçmişle kıyaslandığında yok denecek kadar az. Bunun da temelinde birazdan söz edeceğim iki önemli neden yatıyor. Ancak o nedenlere geçmeden evvel belirtmek gereken bir şey var ki servis-volenin en popüler olduğu yıllarda bile tenis sadece bu stilden ibaret değildi. Örneğin Bjorn Borg ve Ivan Lendl, aynı dönemlerde sağlam geri çizgi oyunlarıyla efsaneleşmişlerdi.

 Konumuza geri dönersek servis-volenin pabucunun büyük oranda dama atılmasının en önemli sebebi, teknolojik ilerlemelere paralel olarak tenisteki antrenman metotlarının ve dolayısıyla oyuncuların atletik özelliklerinin büyük ölçüde gelişmiş olmasıdır. Günümüz tenisçileri, kortun her noktasını kullanabildikleri gibi en zor açılardan bile çok güçlü vuruşlar çıkarabiliyorlar. Tabii bu güçlü vuruşların arkasında teknolojinin antrenman tekniklerinin yanı sıra raketlere de sirayet ederek spin hızını muazzam seviyelere çıkarmasının da önemli payı var.

 Teniste bir vuruşun karşı tarafta yarattığı etki, büyük oranda topun kendi etrafında dönerken yarattığı spin hızından ileri gelmektedir. Bu hızın milenyum sonrasında dakikada 5000 tura dayanması ise vole almayı geçmiş dönemlere oranla çok daha güçleştiren bir unsur. Dolayısıyla günümüz tenisi, bir oyuncunun fileye çıkabilmesi için yaklaşma vuruşunu mümkün olan en kusursuz şekilde gerçekleştirmesini şart koşuyor. Aksi hâlde fileye her gelişiniz, rakibe sunulmuş bir passing shot fırsatından öteye geçmiyor.


 Servis-volenin belinin kırılmasındaki diğer önemli faktörse gayet planlı ve bilinçli bir şekilde yavaşlatılan kortlar. Nitekim yukarıdaki tabloya baktığımız vakit erkekler tenisinde Grand Slam'lerden sonraki en önemli 10 turnuvanın (9 Masters artı ATP Dünya Turu Finalleri) hiçbirinde kort zemininin hızlı olmadığını görüyoruz. Toprak kort Masters'ları olan Monte Carlo, Madrid ve Roma zaten eşyanın tabiatı gereği yavaş fakat teoride hızlı olması gereken diğer yedi turnuvanın hız endeksinde de ciddi bir düşüklük göze çarpıyor.

 Güya sert kortta düzenlenen Indian Wells, bu verilere göre herhangi bir toprak kort turnuvasından farksız. 10 turnuva arasında en hızlı zeminlere sahip olan Şanghay Masters ve ATP Dünya Turu Finalleri bile medium-fast, yani orta-hızlı sınıfında yer alıyor. Bu durumla ilgili en çarpıcı tespit ise zamanında Pat Cash'ten gelmişti. Avustralyalı eski tenisçi, "Biz zamanında son derece hızlı ve kapalı kortlarda tenis oynardık. Bu noktada Nadal'ın kariyerini düşünmekten kendimi alamıyorum. Zira onun bugüne kadar oynadığı tüm kortlar bizim zamanımızdakilere göre son derece yavaş." yorumunda bulunmuştu.

 Toparlarsak şu anki imkan ve şeraitte dünya tenisinin yeni bir Pete Sampras, Stefan Edberg veya Boris Becker çıkarabilmesi zordan da öte, imkansız. Bu isimlere denk bir kariyer hedefleyen oyuncular nezdindeyse servis-vole artık daimi bir oyun stratejisi olmaktan çıkmış ve rakibi şaşırtmak için kullanılabilecek taktiksel bir silaha indirgenmiştir. Ancak her ne olursa olsun servis-volenin tamamen tedavülden kalkması gibi bir şey, en başta da belirttiğimiz gibi söz konusu değildir.

16 Kasım 2017

Rafael Nadal ve "Silent Ban" Gerçeği


 Fransa'nın eski sağlık ve spor bakanı Roselyne Bachelot, geçtiğimiz yıl yaptığı bir açıklamasında Rafael Nadal'ın 2012'de dopinge bulaştığını ve o yıl Wimbledon'ın ardından sezonu kapatmasının da bu durumu saklamaya yönelik olduğunu söylemişti. Hiçbir somut delile dayanmayan bu iddia karşısında Nadal da haklı olarak Bachelot'ya dava açmıştı ki bugün de Fransız bakanın tazminat ödemeye mahkum edildiği haberi geldi.

 Aslında bu, Rafa hakkındaki ilk doping suçlaması değildi. Geçmişte de eski Fransız tenisçi Yannick Noah ve bazı Fransız televizyonları, Nadal ve genel olarak İspanyol sporcular hakkında doping ithamlarında bulunmuşlardı. Elbette bu iddialar, elle tutulur hiçbir kanıtla desteklenmedikçe iftiradan öteye gitmiyor. Ancak bilinmesi gereken bir şey daha var ki burada asıl suç, geçtiğimiz yıla kadarki uygulamalarıyla bu tip dedikodulara meydan bırakan Uluslararası Tenis Federasyonu ITF'dedir.

 Tenisin küresel çaptaki en büyük yönetim organizasyonu olan ITF, 2016 yılının Ağustos ayında resmi sitesi aracılığıyla öyle bir duyuru yaptı ki milyonlarca tenisseveri resmen aptal yerine koydu. Açıklamada doping testini geçemeyen tüm oyuncuların bundan böyle kendileri tarafından kamuoyuyla paylaşılacağını belirten kurum, böylelikle tenis çevrelerince "silent ban" olarak adlandırılan ve doping yapan sporcunun sakatlık ve benzeri kılıflarla suçunu ve aldığı cezayı kamuoyundan gizlemesine olanak tanıyan uygulamanın varlığını da dolaylı yoldan itiraf etmiş oldu.

 ITF'nin insan aklıyla alay eden bu işgüzarlığı, kariyeri 2016'nın öncesine uzanan tüm tenisçileri açık bir şekilde töhmet altında bırakıyor. Öyle ki sadece Nadal değil, geçmişte türlü gerekçelerle kortlardan uzun süre ayrı kalan veya hiç beklenmedik bir anda kariyerini sonlandırdığını açıklayan tüm oyunculara aklı başında herkes artık şüpheyle bakıyor.

 Tenisin dopingle imtihanındaki ciddi dönüm noktalarından biri de Maria Sharapova vakası oldu. Zira geçtiğimiz yılın mart ayında kanında meldonyum maddesine rastlandığını bizzat duyuran Rus yıldız, olaydan birkaç gün sonra medyadaki dezenformasyonlar üzerine resmi Facebook hesabından yaptığı yazılı açıklamada "Ben dürüst ve açık davrandım. İsteseydim sakat olduğumu iddia edip gerçeği gizleyebilirdim ama bunu yapmayacağım." ifadelerini kullanmıştı. Herhalde ITF'yi yukarıda belirttiğim skandal açıklamalara iten sebeplerden biri de kurumun ipliğini pazara çıkaran bu sözler oldu.

 Dünya sporunun yönetim organları dibine kadar pisliğe batmış yapılardır. Hâl böyle olunca da birtakım iddiaların önünü almak imkansızlaşıyor. Bu yüzden kabahati Bachelot gibilerden ziyade insanları böylesi bir şüphe çemberinin içine sokanlarda aramak gerekiyor.

14 Kasım 2017

Fahri İkiler'in Anısına


 Eğer bugün Türkiye'de tenise dair bazı kırıntılar varsa ve insanların bir kısmı tenis izleyip tenis hakkında konuşuyorsa bunda en büyük pay, güzel sesini bilgeliğiyle harmanlayarak anlattığı yüzlerce tenis maçı sayesinde Fahri İkiler'e aittir. Böylesine kıymetli birinin aramızdan ayrılışının yarattığı hüzün bir kenara, beni asıl üzen nokta, bu memlekette Fahri Abi gibi insanların yaşarken hak ettiği değeri göremiyor olması.

 Fahri İkiler üstadın Türk insanına tenisi sevdirdiği zamanlar, TRT'nin kamu televizyonculuğu görevini layıkıyla yerine getirdiği yıllara denk gelir. Sadece tenis değil, buz pateninden triatlona kadar özel televizyonların reyting kaygısı nedeniyle yayımlamaktan imtina ettiği her spor dalı -kamu yararı gözetilerek- halkın vergileriyle finanse edilen TRT'den ekrana gelirdi o dönemde. Ne var ki Fahri Abi, ömrünün en güzel yıllarını tenise adayadururken Türkiye de hızla değişti ve devletin televizyonu olan TRT de kaçınılmaz olarak bu değişimlerden payını aldı. TRT'de onunla aynı dönemlerde görev almış pek çok spiker arkadaşının ya radyoya sürüldüğü ya da kurumla ilişiğinin kesildiği sıralarda Fahri Abi de emekliye ayrılmayı seçti ve sessiz sedasız köşesine çekildi. Zaten onun TRT'yi bıraktığı yıl olan 2011'den sonra da kanal, bir daha hiçbir Grand Slam turnuvasını yayımlamadı.

 Dibine kadar vasatlığa batmış memlekette artık TRT'yi açtığımızda Fahri İkiler'in anlattığı kaliteli tenis maçlarını değil, "düzen"in adamlarının kahvehane sohbeti tadındaki futbol programlarını seyrediyoruz. Eskiden futbol dışı sporlara ağırlık vermeyi vazife telakki eden TRT, şimdilerdeyse Olimpiyat Oyunları'nı bile -adeta lütfedercesine- son anda yayımlamaya karar veren bir zihniyetle yönetiliyor.

 İşin TRT kısmı böyleyken Fahri İkiler gibi bir duayenin birikimlerinden yararlanmayı bir an olsun aklından geçirmeyen tenis camiasına ne diyeceğiz peki? Sahi bugün Türk tenisinde çeşmenin başını tutanlar, yıllar yılı başta Grand Slam'ler olmak üzere pek çok turnuvayı yerinde görmüş ve anlatmış Fahri İkiler'deki birikimin 100'de 1'ine sahipler midir acaba?

 Lügatında "Meyve veren ağaç taşlanır." gibi bir atasözünün bulunduğu bu ülkede belki birtakım kifayetsizler tarafından kıymeti bilinmemiş olabilir. Ancak bu, Fahri İkiler'in yerini tenisi onunla sevenlerin gönlünde asla değiştirmez.

 Güle güle Fahri Abi. Huzur içinde uyu. Bu spora olan tüm katkın için sana minnettarız.

11 Kasım 2017

ATP Ava Giderken Avlanacak


 Yapılan muhtelif araştırmalar gösteriyor ki tenis, şu an dünyada en çok izlenen dördüncü spor konumunda. Yine aynı araştırmalara göre bu sporun dünya ölçeğinde en az 1 milyar takipçisi bulunuyor. Bu verilerden de anlaşılacağı üzere tenisin hâlihazırda izlenilirlik gibi bir problemi yok. Peki buna rağmen ATP'nin televizyonlara yaranabilmek için bu kadar çabalaması niye? Bu sorunun cevabı, hiç kuşkusuz bitmek tükenmek bilmeyen kâr hırsıdır.

 Sporun küresel çaptaki yönetim birimleri büyük birer rant cennetleridir. Bu tezimizin en güçlü kanıtı ise dünya futbolunu yöneten en önemli iki kurum olan FIFA ve UEFA'nın başlarındaki şahısların henüz iki yıl evvel yolsuzluk nedeniyle ceza almış olmalarıdır. Hâl böyleyken ATP'yi de bu iki federasyondan farklı bir kefeye koymak en hafif tabirle safdillik olur. Onun da temel gayesi, tıpkı diğerleri gibi ortadaki pastayı, yani erkek tenisinin ekonomik büyüklüğünü olabildiğince büyütmektir. Bunun da yolu, büyük oranda turnuvaların yayın gelirlerini arttırmaktan geçer.

 Gelgelelim tenis, süreyle sınırlı bir spor olmaması hasebiyle televizyon yayıncılığı açısından büyük bir sıkıntı yaratıyor. Son derece uzun olan maç sürelerinin yayın akışlarını bozarak popülaritesi daha yüksek sporların ekrana gelmesine engel olması, reyting odaklı özel televizyonların tenisten kaçmasına sebebiyet veriyor. Bu da daha fazla yayın geliri hedefleyen ATP'yi oyunun süresini kısaltmaya yönelik formüller aramaya itiyor. Milano'daki ATP Next Generation Finalleri'nde denenen kurallar da tamamı ile bu amaca hizmet ediyor.

 Ne var ki ATP, bu yolla istediğini alamayacağını ya öngöremiyor ya da öngörmek istemiyor. Başta Rafael Nadal olmak üzere pek çok oyuncunun Madrid Masters'ın toprağı maviye boyandı diye turnuva yönetimine rest çekerek azılı kapitalist Ion Tiriac'a bile geri adım attırması henüz tazeyken ATP'nin bu çılgınlıklarına kim rıza gösterir? Haydi bir an için razı gelindiğini varsayalım, bu oyunu o hâliyle kime izletebilirsiniz? Reytingleri kendi ellerinizle düşürüp sonra da bu sporun yayın haklarını arzuladığınız fiyata satabileceğinizi mi düşünüyorsunuz?

 Son tahlilde ATP, şu anda nafile bir çabanın içindedir. Bu yöntemlerle tenisin canına okudukları gibi bindikleri dalı kesecekleri de aşikardır. Tenisin gerçek aktörlerine düşense bu sporun hızlı tüketim malzemesine dönüştürülmesine her şartta engel olmaktır.

10 Kasım 2017

Emre Yazıcıol'a Reddiye


 Malumunuz, son iki yazımda ATP Next Generation Finalleri ve turnuvada uygulanmakta olan kurallara yönelik eleştirilerimi sıralamıştım. Aslında konu hakkında söylenmesi gereken her şeyi söylediğimi düşünüyorum fakat bugün gördüğüm bir tweet, beni mesele hakkında bir kez daha yazmaya itti. Çünkü söz konusu tweet'in sahibi, yıllardır Eurosport'ta anlattığı tenis maçlarından tanıdığımız Emre Yazıcıol.


 Yukarıdaki tweet'te de gördüğünüz üzere Yazıcıol, "1800'lerin sonundaki kurallarla şu çağda devam etmek hiçbir sporu ileri taşımaz." diyerek her türlü geleneği yıkmakta hiçbir beis görmeyen neoliberalizmin tipik söylemlerinden birini kullanıyor. Daha kötüsüyse bu görüşüne yapılan itirazlara verdiği cevaplarda tenisi kendine özgü yapan tüm kuralları klişe ve geçerliliğini yitirmiş olarak yorumluyor.

 Sayın Yazıcıol'un bunları yazarken yanıldığı çok temel bir nokta var. Milano'da bu hafta uygulanan kural değişimleri, tenisi çağa uydurmaya değil, bu sporun içini tamamı ile boşaltmaya yönelik. Çünkü kendisinin 1800'lerin sonundaki diyerek açıkça değersizleştirdiği günümüz tenisinin temel kuralları, bu spora kimliğini ve özünü veriyor. Bir kez daha tekrarlamak gerekirse siz let kuralı ve avantaj puanını kaldırıp setleri de 6 yerine 4 oyun üzerinden oynattığınızda sadece kuralları değil, oyunu da kökünden değiştirmiş oluyorsunuz.

 Bugün herhangi bir tenis maçında oynanan puan esnasında kazara fileye çarpan toptan sonra özür dileniyorsa bunun bir anlamı vardır. Çünkü fileyle gerçekleşen o temas, topun doğrudan filenin dibine düşmediği hâllerde bile reaksiyon hızının saliselerle ölçüldüğü teniste rakibin yanılmasına sebebiyet vermektedir. Siz buna bir de servislerde imkan tanırsanız şans faktörünün oyuna olan etkisini bir tık daha arttırırsınız. Hele ki bunu bir de dört oyun ve karar puanıyla beslediğiniz vakit, çalışma ve beceriden bağımsız bir şekilde herkesin herkesi yenebileceği bir oyun yaratmış olursunuz. Bu noktada da tenis, spor olmaktan çıkar, bir çeşit kumara dönüşür.

 Nitekim turnuvada boy gösteren ve kuralları bizzat tecrübe eden Andrey Rublev de aynı şeyleri söylüyor: "Eğer getirilecek yeni bir kural, oyunun kendisini değiştirmeyecekse bunda bir sorun yok. Fakat dört oyun ve karar puanı uygulamasıyla tenisi de değiştirmiş oluyorsunuz. Bu kurallarla herkes herkesi yenebilir ama bu, kesinlikle adil değil. Bana göre kazanan kişi, herkesten daha çok çalışan kimse o olmalı."

 Şahsen yüz yüze hiç görüşmediğim bir kişi hakkında peşin hüküm vermek istemem ama bir spiker olarak Emre Yazıcıol'un çılgınlığa varan bu kuralları savunması, bana mesleği gereği televizyonların çıkarlarından yana pozisyon almış olabileceğini düşündürüyor. Bu yorumları herhangi bir iş adamı ya da yöneticiden duysam inanın hiç yadırgamazdım ama söz konusu yıllardır tenis anlatan biri olunca nutkum tutuldu doğrusu.

9 Kasım 2017

Milano'da Tenis Dinamitleniyor


 Bir önceki yazımızda tamamı ile ticari bir maksatla tertiplendiğini belirttiğimiz ATP Next Generation Finalleri Milano'da salı günü oynanan maçlarla resmen başladı. Turnuvanın oyuncular kadar olmasa bile gazetecileri de ciddi manada zorladığını düşünüyorum. Zira dört oyun üzerinden oynanan setler, farzımuhal 6-4, 6-3, 6-2 şeklinde skor yazmaya alışmış tenis habercileri için kolay olmasa gerek. Ne var ki setlerin kısaltılması en büyük darbeyi tenisçiler ya da gazetecilere değil, bizzat oyunun kendisine vuruyor aslında. Bunun yanında çiftlerdeki gibi 40-40'tan sonra karar puanının kullanılıyor olması da tenisin içini tamamı ile boşaltıyor. Çünkü bu uygulamalar, tenisi tenis yapan en önemli unsurlardan biri olan skor sistemini neredeyse lağvediyor.

 Teniste kullanılan skor sisteminin bu oyuna kattığı en büyük güzellik, geride olan oyuncuya o anki durum ne olursa olsun maça ortak olabilme şansı sunmasıdır. Bu da seyirci açısından maçın heyecanını her daim diri tutar. Siz setleri altı yerine dört oyun üzerinden oynattığınız vakit belki maç sürelerini kısaltarak televizyon kanallarına yaranacağınızı düşünebilirsiniz ancak günün sonunda yapacağınız tek şey, oyunun heyecanını törpüleyerek hem özünü hem de izlenilirliğini baltalamak olacaktır.

 Oyunun özü demişken bu noktadaki asıl büyük felaket, karar puanı uygulaması elbette. Tenisin oyunlarda ve puanlarda en az iki farkı esas alan skor sistemi, bu özelliğiyle maçı kazanmak için net bir üstünlüğü şart koşar. Durum berabereyken tek bir puanla oyunun kazananını belirlemekse heyecan unsurunu yine öldüreceği gibi şans faktörünün sonuca olan etkisini de büyük oranda arttıracaktır. Oysaki bu etkiyi en aza indirgeyerek gerçekten hak edenin kazanmasına vesile olmak tüm spor dalların en önemli vazifesi olmalıdır.

 Bu eleştirileri yaptığımız zaman sıklıkla "gelenekçi" olmakla suçlanıyoruz. Alttan alta bize geri kafalı diyenlerin asıl gayesi ise "yenilik" kisvesi altında oyunun rantabilitesini büyütmek. Fakat bu zavallılar, tenisi tenis olmaktan çıkardıklarında kendi ayaklarına kurşun sıkacaklarının farkında bile değiller.

 Merak etmeyin, bu çılgınlıkların sporcular ve antrenörler nezdinde kabul görmesinin mümkünatı yok. Ama farz edelim ki kabul görsün, siz geleneksel tenis izleyicisinin bu oyuna artık rağbet göstereceğini mi sanıyorsunuz?

7 Kasım 2017

Vahşi Kapitalizmin Tenisle İmtihanı


 Erkekler tenisinin patronu ATP, geçtiğimiz yıl ATP Next Generation adı altında yeni bir atılım gerçekleştirmişti. Kampanya, 21 yaş altı tenis oyuncularını kapsıyor ve ATP Dünya Turu Finalleri ile aynı formatta bir sezon sonu turnuvasını öngörüyordu. Genç oyunculara nasıl bir yarar sağlayacağı tam bir muamma olan bu girişimin temelinde neyin yattığını ise az çok herkes tahmin edecektir. Zira ATP gibi dünyada sporu yöneten tüm federasyon ve kurumlar, her daim yeni rant kapılarının peşinde koşarlar.

 Söz konusu turnuvanın bu yıl Milano'da gerçekleştirilen ilk ayağı ise daha maçlar başlamadan büyük bir skandala sahne oldu. Büyük bir moda şehri olmasıyla bilinen Milano'nun bu özelliğini öne çıkarmak isteyen organizatörler, genellikle sporcuların ya da ünlü simaların katılımlarıyla düzenlenen kura çekimini sıra dışı bir yöntemle gerçekleştirdi. Turnuvaya katılma hakkı kazanan sekiz tenisçinin yer alacağı gruplar, podyumda birlikte yürüyecekleri mankenlerin vücuduna yazılmıştı. İşte tam bu noktada da büyük bir rezalet patlak verdi.

 Oyuncular, hangi gruba düştüklerini daha önceden seçtikleri mankenlerle kol kola yürüdükleri podyumun sonunda öğrendi. Nasıl mı? Mankenlerin biri, kolunda gezdirdiği oyuncunun grubunu açıklamak için striptiz yaptı, bir diğeri ise dantel elbisesini kalçasına kadar kaldırdı. Sonradan öğrenilen bilgilere göre Güney Koreli Hyeon Chung'a da koluna girdiği mankenin eldivenini dişleriyle çekmesi teklif edilmiş ama neyse ki oyuncunun buna karşı çıkmasıyla büyük bir kepazeliğin önüne geçilmiş.

 Seremonide yaşananlar, tenis muhabirleri vasıtasıyla sosyal medyaya servis edilince hâliyle büyük bir tepki çekti ve ertesi gün gerek ATP gerekse de sponsor firma RedBull, ortak bir açıklama yayımlayarak yarattıkları cinsiyetçi imajdan ötürü özür dilemek zorunda kaldı.

 Yaşanan bu skandal bir kenara, turnuva için icat edilen ve memnun kalınırsa gelecekte tüm organizasyonları kapsayacak şekilde uygulanması düşünülen kurallar tam bir çılgınlıklar silsilesi. Dört oyuna ulaşanın kazanacağı setler üzerinden (3-3'te tie-break) oynanacak maçlarda let kuralı uygulanmayacak. Yani filenin bandına çarpıp içeri düşen servis nizami sayılacak. Dahası, çiftler tenisinden bildiğimiz karar puanı uygulamasıyla şans faktörünün oyuna olan etkisi iyice katmerlenecek. İki puan arasında en fazla 25 saniye geçirilebilmesini şart koşan kural içinse kortlara saatler yerleştirilmiş. Bu da hakemin hiçbir şekilde tolerans gösterememesi demek. En felaketiyse maçları tribünden takip eden izleyicilere puanlar esnasında baseline bölgesi hariç olmak üzere hareket imkanı verilmesi. Herhalde tüm bu çılgınlıkların da ne maksatla yapıldığını söylemeye gerek yok.

 Ne kadar kazanırsa kazansın doymak bilmeyen küresel sermayedarlar, bir süredir tenise de göz dikmiş durumda. Bereket ki tenis, kökleri sağlam ve geleneklerine bağlı yapısıyla bu azgınlara müsamaha gösterecek bir spor değil. Bunu da en net şekilde beş yıl evvel düzenlenen Madrid Masters'ta gördük. Böyle giderse Next Generation tayfasının da sonunun farklı olmayacağını söyleyebiliriz.

5 Kasım 2017

Futbol Kulüpleri Türk Tenisini Kurtarmaz


 Orta okul ve lise yıllarında bize okutulan tarih kitaplarında Osmanlı'nın duraklama dönemi anlatılırken yapılan ıslahatların başarıya ulaşamamasının en önemli nedeni olarak sorunların temeline inilmemesi gösterilirdi. Geçtiğimiz günlerde Twitter'da milli tenisçi Tuna Altuna'nın bir gazeteye verdiği mülakata denk gelince bir kez daha aklıma geliverdi bu tespit.

 Söz konusu röportajda Altuna, taraftarı olduğu Fenerbahçe'nin başkanına tenis şubesi açmasını önerdiğini fakat Aziz Yıldırım'ın bu teklifi reddettiğini söylüyor. Tuna'nın bu teklifi hangi amaçla yaptığınıı bilmiyorum ama memleket tenisine futbolun üç büyüklerinin el uzatması gerektiğine inanan insan sayısı bu camiada oldukça fazla. Nitekim ilk olarak İpek Şenoğlu'nun giriştiği futbol kulüplerini tenise dahil etme projesi, başlangıçta akamete uğrasa da daha sonrasında sonuç verdi ve Galatasaray, geçtiğimiz yıl tenis şubesi açtığını duyurdu. Peki bu, hangi duaya amin demek? Söz gelimi, üç büyüklerin tenise yatırım yapması hangi derde deva olacak?

 Ülkemiz insanının Amerika'yı her defasında yeniden keşfetmek gibi çok güzel bir huyu var maalesef. Oysaki hedefinizde gerçekten samimiyseniz yan yollarda zaman kaybetmek yerine esaslı işler peşinde koşmak zorundasınız. 

 Bugün küçük yaşlardaki herhangi bir Türk çocuğu, örneğin Caroline Wozniacki'nin zamanında yaptığı gibi açık kanalda tenis izleyip bu spora merak saramıyor. Sarsa bile halka açık ücretsiz kortlar olmadığı için bu merakını giderme şansını bulamıyor. Böyle bir ortamda da gerçek yetenekleri bulmak zaten imkansızlaşıyor. Maddi açıdan şanslı olan çocuklarsa kifayetsiz antrenörler ve yöneticiler yüzünden yurt dışındaki akranlarının fersah fersah gerisinde kalıyor. Zaten pek çoğu kariyerinin tamamını ITF ya da Challenger turnuvalarında raket sallayarak geçiriyor. Hasbelkader ATP ve WTA seviyesinde iş yapabilenlerse bir süre sonra çaptan düşmeye başladıklarında Twitter zevzeklerine eğlence malzemesi oluyor.

 Beşiktaş, Galatasaray veya Fenerbahçe'nin halka açık ücretsiz kortlar inşa edecek ya da antrenör yetiştirecek hâli yok. Bunlar, Türkiye Tenis Federasyonu eliyle devletin yerine getirmesi gereken vazifeler. Öyleyse bu kulüplerde tenis şubesi açmak, Türk tenisçilerine maddi katkı sunmaktan başka neye yarayacak? Elbette hiçbir şeye.

1 Kasım 2017

Paris Masters ve Federer'in Takvim Sorunsalı


 Erkekler turunun bir süredir en önemli gündem maddesi sezonu kimin 1 numarada tamamlayacağıydı. Rafael Nadal ile Roger Federer arasındaki bu zirve yarışının galibiyse artık belli gibi. Zira Federer'in Paris Masters'tan çekildiğini açıklaması, Nadal'a tek galibiyetle yılı klasman lideri olarak bitirme şansını getirdi.

 Tenisseverler her ne kadar 1 numara yarışına odaklansalar da Federer'in -bizzat kendisinin de söylediği üzere- bu yönde ne bir ümidi ne de bir önceliği vardı. Zira hem aradaki puan farkı çok fazlaydı hem de Ekselansları'nın temel hedefi 1 numara değil, Basel'le birlikte ATP Dünya Turu Finalleri'ni kazanmaktı. İkisi arasındaki Paris Masters'ta yer alabilmesiyse çok olası değildi çünkü Basel'de neredeyse her sene final gören Federer'in turnuvanın yarattığı kümülatif yorgunlukla yalnızca bir gün dinlenerek Bercy'de yeniden korta çıkması çok ciddi bir sakatlık riski demekti. Nitekim menajeri de Del Potro'yla oynayıp kazandığı Basel finalinin ardından İsviçreli raketin kronikleşen sırt ağrılarının yeniden baş gösterdiğini söyledi.

 Aslında Federer, Paris Masters özelindeki bu sorununu öteden beri yaşıyor. Bunun temelindeyse dünya sıralamasında ilk 30'da yer alan oyuncuların katılmaları gereken dört ATP 500 turnuvasından en az birinin Amerika Açık sonrasına denk getirilmesi zorunluluğu yatıyor. Federer de sezonun bu kısmındaki 500'lük tercihini -gayet doğal bir şekilde- doğup büyüdüğü şehrin turnuvası olan Basel'den yana kullanıyor. Bir önceki paragrafta da belirttiğimiz gibi bu turnuvada da neredeyse hep son günü görmesi (8 şampiyonluk, 5 final) Paris'e yorgun gitmesine ve burada tam randımanlı oynayamamasına sebebiyet veriyor. Zaten bu durum, istatistiklere de yansımış durumda.

 İsviçre çikolatasının Masters'lar arasında en başarısız olduğu turnuva, ironik bir şekilde Paris Masters olarak görünüyor. Bercy'de yalnızca bir defa mutlu sona ulaşabilen (2011) Federer'in bunun haricinde tek bir finali dahi yok. Kazandığı yılda da Basel öncesinde Şanghay Masters'ı pas geçtiğini hatırlatmakta fayda var.

 Sonuç olarak 36 yaşına gelmiş bir Federer'in şu şartlarda Paris'e gitmesi, asıl hedefi ATP Finalleri iken çılgınlık olurdu. O da Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak istemedi.