20 Kasım 2018

İstanbul Cup Kaderine Terk Edilemez!


 ATP Turu'nun geçtiğimiz günlerde açıklanan 2019 takviminde dört yıldan bu yana düzenlenmekte olan İstanbul Açık'ın yer almadığını gördük. Turnuva, normalde Münih ve Estoril'deki 250'liklerle aynı hafta oynanırdı. Ancak gelecek sezon için hazırlanan takvimdeki ilgili haftaya baktığımızda İstanbul'un yerinde TBD (to be determined) yani "Daha sonra karar verilecek" ibaresi karşımıza çıkıyor.

 Takvimden anladığımız kadarıyla o hafta İstanbul Açık'ın yerini başka bir turnuvanın mı alacağı, alacaksa da bunun hangi turnuva olacağı henüz belli değil. Ancak İstanbul Açık'a ait tüm sosyal medya hesaplarının kaldırılmasına bakarsak bizim turnuva artık tarih olmuş gibi görünüyor. Bu da Roger Federer'in geldiği ilk yıl hariç bomboş tribünlere oynanan bir turnuva için hiç de şaşırtıcı bir son değil. Çünkü seyirci yoksa sponsor kaçar. Dolar kurunun arşa çıktığı bir zamanda da sponsorlar olmadan bir turnuvayı finanse edebilmenizin mümkünatı yok.

 Bu noktada beni asıl kaygılandıran mevzu ise lisansörü İstanbul Açık'la aynı olan İstanbul Cup'ın geleceği. İki turnuvanın da lisans hakkını elinde bulunduran Garanti Koza, inşaat alanında faaliyet gösteren bir şirket. Bizzat mevcut iktidar tarafından şişirilen inşaat balonunun bugün nasıl patladığı ise herkesin malumu. Dolayısıyla şimdilik bir sorun yokmuş gibi gözükse de İstanbul Cup da ciddi bir tehdit altındadır ki maazallah bu turnuvanın WTA takviminden çıkarılması ülke tenisi adına çok daha büyük bir faciaya neden olur.

 WTA Championships'e ev sahipliği yaptığımız üç yılı (2011-2013) saymazsak 2005'ten bu yana aralıksız olarak WTA takviminde yer alan İstanbul Cup'ın Türk tenisi için arz ettiği önem, İstanbul Açık'la kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Anastasia Myskina, Elena Dementieva, Maria Sharapova, Venus Williams, Agnieszka Radwanska ve Caroline Wozniacki gibi pek çok yıldızı ağırlayan bu turnuvanın kadın tenisinde son yıllarda yakaladığımız ivmeye olan katkısı da asla inkar edilemez. Nitekim Türk tenis tarihinin en büyük başarıları da 2016 yılında yine bu turnuvada Çağla Büyükakçay'ın teklerde, İpek Soylu'nunsa çiftlerde elde ettiği zaferlerle gelmiştir.

 Diyeceğim odur ki İstanbul Cup gibi büyük bir değerin murdar edilmesine asla seyirci kalınamaz, kalınmamalı. Gerekiyorsa başka bir firma, lisans hakkını Garanti Koza'dan devralmalı ve turnuvayı daha merkezi bir lokasyona taşımalı.

5 Kasım 2018

Rafael Nadal ile Tenisin Distopyası


 Rafael Nadal, Türkiye tarihinin ihraç edilen ilk dergisi olan Socrates'in Almanya edisyonuna verdiği röportajda dünya tenisinin geleceği adına birtakım önerilerde bulunmuş. İspanyol tenisçinin hayalindeki tenis, kendi stili göz önüne alındığı vakit hiç de şaşırtıcı değil ama oyuna dair varoluşsal bir meseleyi yeniden gündeme getirdiği için üzerinde konuşulmayı fazlasıyla hak ediyor.

 Nadal'ın "Tenis, fiziksel güçle değil, kafayla oynanmalı." şeklindeki görüşü, ilk bakışta çok haklı bir düşünce gibi duruyor. Ne var ki 17 Grand Slam şampiyonunun "fiziksel güç" ifadesiyle kastettiği şey, oyuncuların atletik özelliklerinden ziyade vuruş hızları. Yani Rafa, tenisin büyük oranda fiziksel güce dayanan bir yapıya evrilmesine değil, agresif oyun tarzına karşı çıkıyor. Öyle olmasa tenisçileri ciddi bir kondisyon gerektiren uzun rallilere teşvik etmezdi. Nitekim bunu röportajdaki bir başka cümlesinden daha net anlıyoruz.

 İspanyol raket, "Teniste ikinci servisin kaldırılması iyi bir fikir olabilir." diyerek bu defa da oyunu kökünden değiştirecek bir tavsiyeyle karşımıza çıkıyor. Teniste servis atmanın sağladığı avantajı tamamı ile yok edecek ve oyunu bir anlamda voleybola çevirecek bu değişimle ne istendiği de çok açık: Oyuncuların puanı kaybetme korkusuyla hızlı ve riskli servisler kullanmaktan kaçınmaları ve bu sayede return yapmanın daha kolay bir hâle gelmesi.

 Hülasa Nadal'ın ideallerindeki teniste risk, agresif oyun ve winner gibi bu sporu güzelleştiren unsurların hiçbirine yer yok. Tenisin mental güce dayanan bir spor olması gerektiğini savunan Rafa, defansif oyun ve uzun rallilerin geçer akçe olduğu bir boğuşmayı arzuluyor.

 Tenisin nasıl oynanması gerektiği konusunda İspanyol tenisçiyle benzer görüşlere sahip olan herkes, fikirlerinin temeline servis atmak dışında hiçbir özelliği olmayan oyuncuları ve servis-vole düşmanlığını oturtuyor. Bu noktada Ivo Karlovic gibi vuruş repertuvarında servisten başka hiçbir şey bulunmayan tenisçilerin temaşa zevkini öldürmekten başka bir işe yaramadığını söylemek lazım. Ancak servis-vole için aynı şeyi söylemek cehaletten öteye geçmez. Hele ki vuruş güçlerinin inanılmaz seviyelere ulaştığı günümüz tenisinde voleyi iyi alabilmek müthiş bir hüner gerektiriyor ve bunu başaran oyuncular da estetik açıdan büyük bir zevk veriyor.

 Kaldı ki Nadal'la aynı fikirde olanların bize sunduğu şey, Karlovicgillerden daha âlâ bir seçenek olmadığı gibi tenis adına da tam bir distopya. Çünkü tenisi asıl izlenilir kılanlar; yetenekli, inisiyatif alan ve teknik kapasitesi yüksek oyunculardır.

31 Ekim 2018

Gücünüz Tenisçilere Mi Yetiyor?


 Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın İstanbul'daki başkonsolosluk binasında vahşice katledilmesi, bir süredir spor dünyasının da en önemli gündem maddelerinden birine dönüştü. Kulağa oldukça tuhaf gelen bu durumun altında yatan nedense Novak Djokovic ve Rafael Nadal'ı 22 Aralık'ta Suudi Arabistan'ın Cidde kentinde buluşturacak olan bir gösteri maçı. Oynanacağı bir yıl öncesinden belli olan bu karşılaşmanın tam da Kaşıkçı cinayetinin yankılarının sürdüğü bir tarihe rastlaması, pek duyarlı(!) dünya basınına eşsiz bir malzeme çıkardı.

 Fırsattan istifade eden birtakım kalemşorlar de Nadal ve Djokovic'in bu maçtan çekilmeleri gerektiğini buyuran pek çok yazı döşendi. Sadece bununla kalsalar iyi, işi haysiyet cellatlığına kadar götürdüler. İşte bu rezalet yazılardan biri de bugün Ada'nın sol maskeli liberal gazetesi The Guardian'da yayımlandı.

 Kevin Mitchell imzasını taşıyan söz konusu makalede üzerinde en çok durulması gereken ifade ise başlıkta yer alıyor. Mitchell, yazısında "Nadal ve Djokovic Suudların düzenlediği gösteri maçındaki büyük resmi görmeli." başlığını kullanıyor. Yazarın "büyük resim"den kastettiği, söz konusu maçın Suudi aşiretini paklamaya hizmet edeceği ve bunun da iki tenisçinin itibarını sıfırlayacağı tezi ki zaten konuyla ilgili yazılan tüm makaleler de koro hâlinde bu iddiayı haykırıyor.

 Yazara bu noktada şunu sormak icap ediyor: Büyük olduğu iddia edilen bu resimde Suudlara milyarlarca dolarlık silah sevkiyatı yapan, Yemen'de küçücük çocukların üzerine bombalar yağdırılmasına sebep olan ve yıllardır Orta Doğu'yu kan gölüne çeviren Amerika Birleşik Devletleri nerede? Sahi, her yıl tenisin dört büyük turnuvasından birini düzenleyen bu ülkeyle ilgili de Nadal ve Djokovic'e önerebileceğiniz bir tasarruf var mı?

 İşte Batı ikiyüzlülüğü tam olarak budur. Bir yandan terör örgütlerini finanse et, diğer yandan da insan hakları ve demokrasi havarisi kesil. Yalnızca işine gelenleri yaz, gücünün yettiklerine sesini çıkar. ABD'nin Suudlardan silah karşılığı aldığı milyarlarca doları eleştirmeye maçan yemesin ama Nadal ile Djokovic'e 1 milyon dolar kazanacaklar diye "ahlaksız paragözler" demekten de geri durma.

 Son tahlilde büyük sporculuklarının yanı sıra ne kadar düzgün insan oldukları da herkesin malumu olan Nadal ve Djokovic'in bu yüzsüzlerden icazet alacak hâli yok. O yüzden kimse bu adamları kirli siyasetin içine sokmaya çalışmasın.

18 Ekim 2018

Türk Tenisi Konkordato İlan Etti!


 Sporu içinde bulunduğu sosyo-politik konjonktürden bağımsız olarak ele alamazsınız. Bir ülkedeki hakim paradigma neyse aynısı o ülkenin sporu için de geçerlidir. En nihayetinde spor dediğiniz şey, bir mikrokozmostur, alt kümedir.

 Türkiye'de 1980'den bu yana süregelen ve mevcut iktidar döneminde de en vahşi hâline evrilen neoliberal düzen(sizliğ)in bugün nelere mâl olduğunu yaşayarak görüyoruz. Eldeki sıcak parayı üretmeye, katma değer yaratmaya değil de betona gömmek, amaçlandığı gibi bir yandaş burjuvazi yaratmış olabilir ama beraberinde de ülkeyi iflasa sürükledi.

 Bu kadar hatırlatmadan sonra Türkiye Tenis Federasyonu'nun 16 Ekim tarihinde attığı "Bu hafta sonu İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere ülke genelinde Türk tenisi adına rekor sayı olan 20 ulusal turnuva düzenlenecek. Organizasyonlarda korta çıkacak toplam sporcu sayısı ise 1536 olacak." şeklindeki tweet artık size bir yerlerden tanıdık geliyor olmalı.

 Evet, tenisimizi yönetenler de tıpkı müteahhitler gibi inşaat, pardon, "Turnuva Ya Resulallah" şiarıyla hareket ediyor. Birileri tekeline aldığı turnuvalarla ceplerini doldururken onlara "Yürü ya kulum!" diyenler de bunu bir güzel oya tahvil ediyor. Oyuncu yetiştirmek noktasında hiçbir katkısı olmayan bu turnuva çılgınlığını halka büyük bir işmiş gibi sunmak da zaten en kolayı. Zira buna tav olacak yığınlar ülkemizde fazlasıyla mevcut. Yani günün sonunda herkes hâlinden memnun.

 Ha ülke tenisi mi demiştiniz? Onun da vaziyeti, ekonomiyle aynı. Erkek ve kadınlara bütün olarak baktığımızda dünya klasmanının ilk 200 basamağında tek oyuncuyla temsil ediliyoruz. Bu gidişle milli tenisçilerimizden de konkordato haberleri gelmeye başlarsa şaşırmayın!

13 Ekim 2018

Sen Harcını Sür, Taşlar Oturur


 Fotoğraf 2014 Madrid Masters'tan. O sıralar Atletico Madrid forması giyen Arda Turan, tribünden canlı izlediği Rafael Nadal'la maç sonu fotoğraf çektiriyor. Kaderin cilvesine bakın ki bu ikili, yıllar sonra eş zamanlı olarak spor dünyasının gündemine oturdu. Biri doğduğu şehir için yaptığı insanlıkla, öbürü ise tabancasından çıkan mermiyle...

 Arda'nın yeni bir skandalla manşetleri süslediği sırada Nadal'ın süpürgeyi eline alıp sel sonrası temizlik çalışmalarına katılmasının anlamı da ayrı oldu tabii. Nitekim sosyal medyada elalem ve biz temalı
bolca yorum okuduk. "Rafa'nın bu yaptığını bizim sporcular yapar mı?" diyerek cevabı belli olan bir soruyla ülke sporuna lanet okuduk. Fakat bir Allah'ın kulu da Nadal'ın kariyerine sahip olsak aynı şeyi biz yapar mıydık diye sormadı. Çünkü bunun da cevabı ilkiyle aynı: Yapmazdınız.

 Yapmazdınız çünkü siz; para, güç, mevki, makam, unvan gibi hayat içerisinde elde edilen kazanımlara tapılan bir ülkede büyüdünüz. Sizi yetiştirenler, size sosyal statünüz ne olursa olsun herkesin en başta insan olduğu için değer görmesi gerektiğini öğretmediler. Bu yüzden de hayatın size kazandırdığı her şeyi, insan olmanın önüne koydunuz.

 Nadal ise böyle bir kültürsüzlükten gelmiyor. O, herkesin kendi haklarına sımsıkı bağlı olduğu bir toplumda yetişti. Böyle bir ortamda da şöhretinin ona bir ayrıcalık sağlaması zaten düşünülemez. Buradaki hakim kanının aksine hiçbir yurttaşı da ona eline süpürge aldı diye budala gözüyle bakmaz.

 Velhasıl Nadal ile Arda arasındaki, eğitimliyle eğitimsizin farkı. Bu da kişisel değil, toplumsal bir mesele.

10 Ekim 2018

Erkek Tenisinin Kayıp Kuşağı


 Geçtiğimiz günlerde tenis portallarına düşen bir haber, modern tenisin yüzleşmekte olduğu en büyük sorunlardan birini tekrar gün yüzüne çıkardı. İçinde bulunduğumuz an itibarı ile aktif erkek tenisçiler arasında teklerde Grand Slam kazanma başarısı gösteren oyuncuların tamamı 30 yaşın üstünde. 141 yıllık Grand Slam tarihinde ilk kez rastlanan bu durumun manası şu: Erkek tenisi Roger Federer, Rafael Nadal ve Novak Djokovic'ten sonra bayrağı devralacak bir jenerasyona yıllardır sahip olamamış.

 Tenis dünyasının fenomen isimlerinden Marat Safin, yukarıda aktardığım vaziyeti her fırsatta "utanç" olarak nitelendiriyor ve Federer ve Nadal gibi oyuncuların hâlâ Grand Slam kazanabiliyor olmalarını genç tenisçilerin yetersizliğine bağlıyor. Elbette sözü edilen isimler, tenis tarihinin gördüğü en istisnai sporcular ve bu yüzden hangi yaşta olurlarsa olsunlar, bir büyük turnuva kazanmaları asla sürpriz sayılmaz. Ancak Safin'in yeni nesil tenisçilere yönelik eleştirilerinde ciddi bir haklılık payı olduğunu da söylemek lazım.

 Şimdiye dek gerek erkek gerekse de kadın tenisinde "geleceğin 1 numarası" etiketiyle pek çok oyuncu pazarlandı. Erkekler turu özelinde konuşacak olursak Grigor Dimitrov, Alexander Zverev ve Dominic Thiem, son dönemde bu oyuncular içerisinde en öne çıkanları. Fakat üçünün de ortak noktası, fiziksel manada çok iyi birer atlet olmalarına rağmen oyuna dair becerilerinin kendilerine atfedilen beklentiler ölçeğinde son derece eksik kalması. Tabii bir de kusursuz bir yeteneğe sahip olmasına karşın oyuna olan bakışından ötürü bunu bir türlü başarıya tahvil edemeyen Nick Kyrgiosgiller var.

 Peki bütüne bakıldığında ortaya çıkan tüm bu yetersizliklerin sebebi ne? Söz gelimi, bu gençler neden bir türlü olmuyor? İşte bu noktada Roger Federer'in babası Robert Federer'in çok çarpıcı tespitleri var. Basına nadiren demeç veren Baba Federer bakın genç raketlerin yetiştirilme tarzıyla ilgili neler söylüyor:

 "[...] Bir çocuk sevdiği şeyi yapmalı, para için korta sürülmemeli. Tenis dünyasında çocuğunun ilerideki muhtemel başarısızlığını asla kabul etmeyecek kadar hırslı aileler var. Oysa hem kendileri hem de çocuklarına karşı dürüst olmak zorundalar. 12 yaşındaki bir çocuk haftada 14 saat tenis oynamaya zorlanıyor. Bundan keyif almaları imkansız çünkü bu, bir tür emir. Pazartesiden cumaya kadar antrenman ve hafta sonu turnuva... Bu, bana aşırı geliyor. Örneğin Roger 12 yaşındayken tenisin yanı sıra futbol da oynuyordu. 16 yaşında Avrupa beşincisiydi. Peki neden başarılı oldu? Çünkü yetenekliydi."

 Robert Federer, bu sözleriyle aslında daha evvel bizim de vurguladığımız bir gerçeğin altını çiziyor. O da şu ki henüz gelişim çağındaki bir tenisçi adayını at misali yarıştırmaya kalktığınız vakit ona en büyük kötülüğü yapıyorsunuz. Velilerin ve antrenörlerin bazen cehalet bazen de işgüzarlıklarından kaynaklanan bu tutumu nedeniyle dünyada pek çok tenisçinin geleceği göz göre göre ipotek ettiriliyor. İşte bugün yaşadığımız genç yetenek kıtlığının altında yatan en önemli nedenlerden biri de bu.

11 Eylül 2018

Martina Hingis'in Günahı Neydi?


 Cumartesi gecesi oynanan ve bana göre tenis tarihinin en büyük skandalına sahne olan karşılaşmadan sonra Serena Williams'ı bırakıp mücadelenin hakemi Carlos Ramos'u hedef tahtasına oturtan bir güruha şahitlik ettik. Güya çifte standarttan dert yanan bu arkadaşlar sayesinde hakemin temel vazifesinin oyuncuların huyuna suyuna gitmek olduğunu da öğrenmiş olduk. Şaka değil, belli bir zümre kuralları uyguladığı için hakemi suçlu ilan etti.

 Serena'ya taktik veren koçu Patrick Mouratoglou başta olmak üzere birçokları aynı hadisenin hemen her maçta yaşandığından dem vurdu. Buram buram ezber kokan bu değerlendirme, pek tabii ki gerçekliği yansıtmıyor. Bir an için yansıttığını düşünsek bile bir hakemden diğer meslektaşlarına uyup suistimalde bulunmasını talep etmek hangi mantığa ve ahlaka sığar? Bir yanlış, başka bir yanlışla örtülebilir mi?

 Kaldı ki buradaki esas mesele, Serena'nın aldığı antrenör yardımı falan değil. Aynı şekilde, bağırıp çağırması, hakeme hakaret etmesi de belli ölçüde anlayışla karşılanabilir. Ancak kabul edilemeyecek başka bir şey var ki o da sebep olduğu her çirkinlikten sonra cinsiyeti ve ten rengi üzerinden mağduriyet yaratmaya çalışması. Bu iki hassas noktayı kariyeri boyunca o kadar çok istismar etti ki kendisini eleştiren herkes tıpkı bugün olduğu gibi ırkçı ve cinsiyetçi damgası yedi.

 Peki söz konusu Serena olduğunda kadın hakları havarisi kesilen bu malum koro, aynı hassasiyeti ahlaksız Fransız seyircisi Martina Hingis'i linç ederken neden göstermedi? Halbuki Hingis, kariyerine mal olan o maçta Serena'nın aksine ne tehdit ne de hakarete başvurmuştu. Üstelik kamera çekimlerinden de net bir şekilde görüldüğü üzere hakeme olan itirazında da haklıydı. O hâlde neydi Hingis'i şımarık ve ergen yapan? Güzelliği mi yoksa o gün karşısındaki oyuncunun Steffi Graf olması mı?

 Hani hep cinsiyetçilik ve çifte standarttan bahsediyorsunuz ya, peki sizin güzel kadınlar hakkındaki çirkin ön yargılarınızı ve her daim güçlüden yana olmanızı ne yapacağız?

9 Eylül 2018

Hem Mağrur Hem Mağdur


 Serena Williams, Türkiye'deki mevcut siyasi iktidarı hatırlatır hep bana. O da tıpkı ülkemizi yönetenler gibi çok büyük bir güce sahip ve tenis tarihinin gördüğü en kariyerli sporcu. Ancak bu ikisi arasındaki benzerlik kudretlerinden ibaret değil. Nitekim tıpkı muktedirlerimiz gibi Serena da mağdur edebiyatı yapmak konusunda son derece mahir.

 Mağduriyet algısı, insanların büyük bir çoğunluğunun hassasiyet gösterdiği konular üzerinden yaratılır. Serena ise bu iş için kadın-erkek ve siyah-beyaz çelişkisini kullandı yıllarca. Serena'ya göre kadınlığı ve siyahiliği, ona hem kort içi hem de kort dışında istediği gibi davranma hakkını veriyordu, vermeliydi. Bunlar, bugüne dek öznesi olduğu sayısız çirkinlik karşısında adeta bir koruma kalkanıydı.
 
 2001 yılında ablası Venus ile birlikte Indian Wells'i boykot etme kararı aldıklarında ileri sürdükleri gerekçe tribünlerin kendilerine gösterdiği ırkçı yaklaşımdı. Oysa seyircilerin Williamslara olan tepkisinin altında o dönem kendileri hakkında ortaya atılan şike iddiaları yatıyordu. Söz konusu turnuvada Williams kardeşler yarı finalde eşleşmişti ancak maça 4 dakika kala Venus'ün turnuvadan çekilmesi, Elena Dementieva'nın "Williamsların maçlarında sonucu babaları Richard belirler." şeklindeki sözlerinin üstüne büyük bir infiale neden olmuştu. Ancak meselenin adı bir defa ırkçılık olarak konulunca geriye kalan her şey anında halının altına süpürüldü.

 Dün geceki finalde yaşanan utanç dolu anlara ise biz aslında 2009 yılından aşinayız. Dün başhakemi hırsızlıkla suçlayan Serena, dokuz yıl önce de kendisine ayak hatası çalan çizgi hakemine "Bu topu senin boğazına sokarım." demişti. O gün Kim Clijsters kortta nasıl buz kestiyse dün de Naomi Osaka'nın suratında aynı ifade vardı. Genç raket, kariyerinin en mutlu gününde kazandığına kazanacağına pişman edildi.

 Sebep olduğu tüm bu kepazelikler karşısında Serena, yine kadınlığının arkasına sığındı. Bütünüyle haksız olduğu bir mevzuda Alize Cornet'ye yapılan açık seksizmi hatırlatarak üste çıkmaya çalıştı. Kendisini bir kez daha kadın haklarının yılmaz savunucusu olarak tanıttı. Doğrusu, onu bu şekilde tanımlayan sadece kendisi değil. Serena'nın istismarlarını afiyetle mideye indirip bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan entel takımı bu minvalde pek çok yazı döşendi bugüne kadar. Herhalde dün gece yaşananlardan sonra herkesten çok onlar utanmıştır.

22 Ağustos 2018

Övünç ve Utanç!


 Sosyal medyanın kendilerine tanıdığı sınırsız özgürlük (!) sayesinde bu ülkenin genç tenisçileri hakkında ulu orta atıp tutan gafiller bilmez ama bu ülkede tenisçi olmak Don Kişotluğun dik âlâsıdır. Nitekim tenis camiası da son iki gündür yel değirmenlerine karşı savaşan bu kahramanlardan birini konuşuyor.

 Selin Övünç 17 yaşında. Anne ve babası, TRT'de çalışıyor ve başlangıçta tenisle hiçbir alakaları yok. Ne var ki vakit geçirsin diye tenis kursuna yolladıkları kızları yeteneğiyle sivrilince bu spor, bir anda hayatlarının en önemli parçası hâline geliyor. İdeallerinin peşinden koşan Övünç ailesi, bu uğurda ev, araba ne varsa satıyor ve bunların yetmediği yerde de kredi çekiyor. Bu arada baba da daha önce hiç bilmediği bu spordan antrenörlük belgesi alıyor. Kısacası bu topraklardan çıkan sınırlı sayıdaki her tenisçide olduğu gibi Selin'in macerasında da maddi ve manevi anlamda pek çok bedel ödeniyor. Çünkü memleketteki kokuşmuş düzen, başka türlü bir yolculuğa olanak tanımıyor.

 İşte bu yolculuk sırasında artık son derece alışık olduğumuz kazalardan biri yaşandı dün. Resmi Twitter hesabından bir açıklama yayımlayan Selin, sponsor bulamadığı için sezonun son Grand Slam turnuvası olan Amerika Açık'tan çekilmek zorunda kaldığını açıkladı. Bu açıklamadan sonra eleştiri okları pek tabii ki Türkiye Tenis Federasyonu'na çevrildi. Zira henüz junior aşamasındaki bir oyuncuya özel sektörden destek gelmemesi gayet normal ki zaten bu durum, federasyonların en önemli varlık sebebi.

 TTF ise konuyla ilgili paylaştığı bildiride Selin'in şimdiye dek "Gençlik Olimpiyatı" kotasında yer aldığını ve söz konusu organizasyona katılma hakkı kazanamadığı için maddi destekten yararlanamadığını belirtti. Özrü kabahatinden beter bu açıklamadan sonra insanın aklına direkt şu sorular geliyor: Dünya tenisi için hiçbir kıymeti harbiyesi bulunmayan Gençlik Olimpiyatı, hangi gerekçeyle bakanlık ve federasyon nezdinde bir ödenek kriteri olabiliyor? Bakanlık ve federasyon, tenisteki esas organizasyonların Grand Slam turnuvaları olduğundan bihaber mi, yoksa işin içinde başka hesaplar mı var?

 Ne hesabı diye soracak olanlar varsa aynı federasyonun ülke tarihinin en kariyerli tenisçisini vaktiyle Wimbledon'dan feragat ettirerek sırf siyasi rant uğruna Akdeniz Oyunları'na sürdüğünü peşinen hatırlatalım.

 Her şey bir tarafa, hâlihazırda Grand Slam oynayabilecek düzeydeki üç-beş tenisçisinden birine bile maddi destek sağlayamayan bir federasyon, hangi yüzle tenisin zengin sporu olduğu yönündeki algıyı (!) kırmaktan bahsedebilir? Siz herkesi kör, alemi sersem mi sanırsınız?

17 Temmuz 2018

Yankı Erel ve Junior Tenisi


 İpek Soylu'nun 2014 Amerika Açık'ta elde ettiği çift kızlar zaferinin ardından Türk tenisi yeni bir Grand Slam şampiyonu daha kazandı. 2000 doğumlu milli tenisçimiz Yankı Erel, Wimbledon genç erkeklerde çiftler kupasını kaldırarak bu ülke ölçeğinde tarihi bir başarıya imza attı. Yankı'yı yürekten tebrik ederken bu vesileyle junior tenisi üzerine de birkaç kelam etmekte fayda var. Zira tenis dünyasının önemli bir bölümü, profesyonellikten önceki bu aşamaya son derece yanlış bir perspektiften bakıyor.

 Her şeyden evvel junior turnuvalarının birer amaç değil, araç olduklarının idrakine varmak lazım. Genç tenisçi adaylarının kariyerlerinin bu safhasında oyunlarını inşa etmek yerine skor tabelasına odaklanmaları ileride telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuruyor. Junior turunu bir rekabet alanı olarak gören oyuncular, farkında olmadan gelişimlerine en büyük baltayı vuruyor ve hünerlerini asıl sergilemeleri gereken yer olan profesyonel tura tükenmiş veya oyununu olgunlaştıramamış bir şekilde geliyor. Bu ve benzeri başka pek çok nedenden ötürü junior turu ile profesyonel turda elde edilen sonuçlar arasında çoğu zaman bir korelasyon bulunmuyor. Dolayısıyla salt junior kariyeri üzerinden bir tenisçinin geleceğine yönelik öngörülerde bulunmak ciddi bir hatadır. Ne var ki tenis kamuoyu bu yanılgıya sıklıkla düşüyor ve "genç yetenek" diye addedilen pek çok isim günün sonunda düş kırıklığı yaratıyor.

 İşte tam da bu noktada üzerinde durmamız gereken son derece zihin açıcı bir örnek mevcut. Uluslararası Tenis Federasyonu ITF'nin resmi sitesine girip junior oyuncu arama bölümünde Serena Williams ve Venus Williams isimlerini tarattığınızda karşınıza hiçbir sonucun çıkmadığını göreceksiniz. Çünkü tenisin son 20 yılına damgasını vuran Williams kardeşler, ITF Junior Turu'nda hiçbir turnuvaya katılmamışlardır. Bunun da nedeni, babaları Richard Williams'ın kızlarını bu arenadan çekmiş olmasıdır.

 Richard, neden böyle bir karar aldığı sorulduğunda iki gerekçeyi öne sürmüştü: Birincisi kızlarını çocuk yaşta baskıdan uzak tutmak, ikincisi ve en önemlisiyse zamanlarını lüzumsuz bir rekabet yerine onları gelecekte dünya 1 numarası yapacak oyunu inşa etmeye harcamalarını sağlamak. Gelinen noktada baba Williams'ın izlediği bu stratejinin ne kadar isabetli olduğunu söylemeye lüzum yok herhalde. Öyle ki Serena ve Venus, dünya 1 numarası olmakla kalmadı, tenis tarihine adlarını altın harflerle yazdırdı.

 Öte tarafta ise Williamslar ile taban tabana zıt bir kariyer öyküsüne sahip olan Gael Monfils duruyor. Junior kariyerine Avustralya Açık, Roland Garros ve Wimbledon şampiyonlukları sığdıran La Monf'un ATP Turu'ndaki en yüksek profilli kupasına ise 500 puanlık bir turnuvada ulaştığını görüyoruz. Peki bu ele avuca sığmaz Fransız'ın kort içinde ciddiyetten uzak ve tamamı ile şova dönük bir oyun sergilemesi tesadüf mü? Yoksa bunun da altında en başta altını çizdiğimiz "tükenmişlik sendromu" mu yatıyor?
 
 Velhasıl, antrenör ve oyuncuların günlük başarılar uğruna geleceği karartmamaları ve asıl hedefe giden yolda sabırlı davranmaları gerekiyor. Çünkü tenis tarihi Monfils'leri değil, Williams'ları yazıyor.

3 Temmuz 2018

Vole Sadece Filede Vurulmaz!


 Yaklaşık bir aydır kamuoyunda dillendirilen iddialar gerçek oldu ve Roger Federer, 24 yıldır kıyafet tedarikçisi olan Nike ile yollarını resmen ayırdı. Bugün tenisin Kabe'si olarak kabul gören Wimbledon'da adetten olduğu üzere son şampiyon olarak merkez kortun ilk maçına çıktığında üzerinde Uniqlo markalı bir tişörtle arzıendam eyledi.

 Efsanenin senesi 30 milyon dolardan 10 yıllık bir sözleşmeye imza attığı söyleniyor ki bu, gerçekten korkunç bir meblağ. Böylesi astronomik bir sponsorluk anlaşmasının zaten teniste eşi benzeri yok ve hikayemizin kahramanı gelecek ay 37 yaşını dolduracak! Tenisteki sponsorluk akitlerini bambaşka bir boyuta taşıması kesin olan bu mukavele, Ekselansları açısından amiyane tabirle "voleyi vurmak" anlamına geliyor.

 Peki emekliliği eli kulağında görünen bir rakete böyle bir para nasıl teklif edilir? Sözgelimi Nike akıllı da Uniqlo budala mı? İşte bu noktada her iki marka da kendi açısından haklı. Çünkü bu iki firmanın spor sektöründeki pazar payları arasında büyük bir fark var.

 Nike, artık doğal sınırlarına ulaşmış bir marka. Dolayısıyla her an raketini asabilecek bir oyuncu için Federer'in tabiriyle "gönüllü olmamaları", kâr kaygısı sebebiyle anlaşılabilir bir durum. Oysa Uniqlo, yeni pazarlara açılmayı ve büyümeyi hedefliyor. Bu gayelerine de spor tarihinin en büyük isimlerinden birine sponsor olarak ulaşmayı denemeleri gayet makul.

 Velhasıl, ortada tam bir "kazan-kazan" durumu mevcut. E biz züğürtler de zenginlerin malları için çenemizi daha fazla yormayalım o hâlde.

23 Nisan 2018

Yerli Sharapova ve Gayrimilli Yöneticiler


 Teniste uluslararası bir turnuvanın ev sahipliği alınırken hedeflenen en önemli unsurlardan biri de hiç kuşkusuz turnuvayı düzenleyecek olan ülkenin tenisçilerine daha çok maç oynama fırsatı sunmaktır. Bu da ITF, ATP ya da WTA'in organizatörlere tanıdığı wild card (özel davet) kontenjanıyla sağlanır. Ana tablo veya eleme oynamak için yeterli sıralamaya sahip olmayan tenisçilerin turnuvaya doğrudan katılmasına imkan veren wild card'larda her ülke önceliği kendi oyuncusuna tanır.

 Örneğin bu hafta İstanbul Cup'la eş zamanlı olarak düzenlenen WTA Stuttgart'ta eleme tablosundaki 4 wild card'ın tamamı Alman oyunculara verildi. Üstelik bu organizasyon, İstanbul Cup'tan çok daha prestijli. Yani o 4 kontenjan için başvuran oyuncular arasında kim bilir hangi ünlü isimler vardı? Ama organizatörler, buradaki takdir haklarını daha çok popülarite sağlayacak oyuncular yerine tamamı ile kendi vatandaşlarından yana kullandılar.

 Çok değil, geçtiğimiz sezonun sonlarında Kremlin Kupası'nda yaşanan hadiseyi hatırlayalım. Turnuva yönetimi, o dönem Singapur'daki WTA Finalleri'ne katılma mücadelesi veren Caroline Garcia'nın özel davet başvurusunu reddetmiş ve tercihini kendi vatandaşları olan Maria Sharapova'dan yana kullanmıştı. Bu kararı verirken nasıl bir tutum sergilediklerini de gayet net ifade etmişlerdi: "Rusya Tenis Federasyonu, kendi oyuncularını tercih eder ve bu nedenle Caroline Garcia'ya wild card veremez."

 Uluslararası çaptaki tenis turnuvalarında organizatörlerin takındığı milliyetçi duruş, sadece wild card meselesinde değil, maç saatleri ve mücadelelerin oynanacağı kortların seçiminde dahi zuhur etmektedir. Koskoca Grand Slam turnuvaları bile kendilerine yöneltilen sayısız eleştirilere rağmen dünya 1 numarasının yerine kendi vatandaşlarının oynayacağı sıradan bir maçı merkez korta almakta hiçbir beis görmez.

 Dünyada genel vaziyet bu iken yerli ve milli laflarını ağzından düşürmeyen tenis efradımız ise İstanbul Cup'taki 4 eleme wild card'ının 3'ünü yabancı tenisçilere vermiş. Bu turnuvada daha önce çiftler şampiyonluğu yaşayarak tarihi bir başarıya imza atan ve hâlihazırda ülke tarihinin en önemli tenisçilerinden biri olan İpek Soylu'ya ve Berfu Cengiz gibi genç ve başarıya aç bir isme reva görülmeyen wild card'lar Avustralyalı ve Hırvat raketlere peşkeş çekilmiş. Bunun adı, Türk tenisine köstek olmaktan başka bir şey değildir.

 Altyapıyı boş verip ülkeyi turnuva ve tesise boğmanın memleket sporuna hiçbir katkı sağlamayacağı aklı başında herkesin malumu ki bunu bu sütunlarda defalarca yazdık. Peki bunun tersini iddia eden mugalatacı korosu, şekil A'da görüldüğü üzere o turnuva ve tesislerin Türk oyunculara kapatılmasını nasıl savunacak? İşte asıl sorulması gereken budur.

11 Mart 2018

Sharapova İçin Büyük Kayıp: Sven Groeneveld


 Maria Sharapova, dört yıldır antrenörlüğünü yapan Sven Groeneveld ile yollarını ayırdığını açıkladı. Doğrusunu isterseniz Groeneveld'in Sharapova'nın koçu olmasına ne kadar sevindiysem bu ayrılığa da bir o kadar üzüldüm. Çünkü Hollandalı çalıştırıcı, hem tenis bilgisi hem de kişiliğiyle sadece Sharapova değil, hemen her tenisçinin başına gelebilecek en güzel şey.

 Groeneveld, tenis dünyasındaki her oyuncunun iç geçirerek baktığı bir antrenör. Sharapova'yla anlaşmadan önce de bir markanın oyuncu geliştirme grubunda çalışıyordu. Kendisini yeniden profesyonel turda çalıştırmaya itense Rus yıldızın marka değerinden başka bir şey değildi. 


 Hollandalı antrenörün güdümünde Maria, büyük hamallık yaparak kazandığı 2014 Roland Garros başta olmak üzere pek çok kupa kaldırdı. Fakat bana göre Groeneveld'in esas başarısı, Sharapova gibi vuruş yelpazesi son derece sınırlı ve teknik açıdan dümdüz bir tenisçinin repertuvarına 27-28 yaşlarında kısa topu katmış olmasıydı. Kendisinin insani yönü ise işindeki başarısının da ötesinde.

 Yasaklı madde kullanımı nedeniyle başına büyük bir çorabın örüldüğü malum süreçte kim olsa Rus tenisçinin antrenörlüğünü bırakırdı ama Groeneveld her daim oyuncusunun arkasında durdu. Nitekim Twitter'daki resmi hesabına bakarsanız kendisini "Proud coach of Maria Sharapova", yani "Maria Sharapova'nın gururlu koçu" olarak tanımladığını göreceksiniz. Böylesine karakterli bir kişinin yokluğu Sharapova için çok büyük bir kayıp olacak.


 Deneyimli çalıştırıcı, tüm bu anlattıklarımdan ötürü Sharapova'yı kariyeri bitene kadar çalıştırabilecek krediye fazlasıyla sahipti. Şayet görevden ayrılmayı kendisi istediyse buna diyecek bir şey yok. Zira son iki yılda o da öğrencisi gibi fazlasıyla yıpranmış olmalı. Fakat bu karar, şu sıralar son derece formsuz bir dönemden geçen Sharapova tarafından alındıysa büyük bir yanlış ve ciddi bir risk. Çünkü Rus raketin son zamanlarda aldığı kötü sonuçların Groeneveld ile hiçbir ilgisi bulunmuyor.

 Sharapova, geçtiğimiz nisan ayında kortlara döndüğünden bu yana sakatlığı nedeniyle pek çok turnuvada yer alamadı ve bu yüzden de eski oyun ritmini bir türlü yakalayamadı. Maria'nın mevcut tenisiyle form tutabilmesi zaten uzun bir zamanı gerektiriyor. Arka arkaya geçirdiği sakatlıklarsa bu süreyi daha da uzatmaktan başka bir işe yaramadı.


  DAVENPORT NOKTA ATIŞI OLUR!

 Rus yıldız, oyununu alt üst eden omuz sakatlığının ardından 2009'da yeniden tenis oynamaya başladığında tablo şimdikinden çok daha karanlıktı ve hiç kimse Maria'nın bir daha eski günlerine dönebileceğine ihtimal vermiyordu. Ancak aradan geçen zamanda Rus fenomen, iki Grand Slam kazandı ve yeniden 1 numaraya yükseldi. O yüzden şu an içinde bulunduğu durum, kendisi için yeni bir şey değil. Zaten Indian Wells'te ilk turda elendikten sonra o da aynen bunları söyledi.

 Ne var ki Groeneveld'in yerine kimin geçeceği şu an için ciddi bir soru işareti. Kabul edelim ki Sharapova, ne kadar çok sevsek de karakter olarak herkesin idare edebileceği biri değil. Nitekim Groeneveld'den önce göreve getirdiği Jimmy Connors'ı bir maç sonra kapının önüne koymak zorunda kalmıştı. O yüzden yeni gelen antrenörün de tıpkı Groeneveld gibi Sharapova ile kimyası uyuşacak bir kişi olması gerekiyor.

 Bu noktada akla gelen birkaç isim var kuşkusuz. Mesela Roger Federer'in eski antrenörü Stefan Edberg tam da Maria'nın aradığı karakterde bir koç. Yine Sharapova'yla aynı dönemde tenis oynamış ve onu yakından tanıyan Lindsay Davenport da çok iyi bir seçim olabilir. Tenis oynadığı dönemde özellikle güçlü servisleriyle tanınan Davenport, Ivan Ljubicic'in Federer üzerinde yarattığı etkinin bir benzerini yaratabilir.

 

14 Şubat 2018

Simona Halep ve Sponsor Meselesi



 http://www.fanatik.com.tr/2018/02/14/simona-halep-ve-sponsor-meselesi-1350520

 Simona Halep, 2018'e kadınlar tenisinin 1 numarası olarak başlamıştı. Geçtiğimiz sezonun bitiminden son Avustralya Açık finalinde Caroline Wozniacki'ye mağlup olup koltuğunu kaptırana kadar markasız kıyafetlerle çıktı maçlara. Zira Adidas ile olan sözleşmesi bitmiş ve bu sürede kendisine yeni bir kıyafet sponsoru bulamamıştı.

 Yaklaşık iki ay boyunca kıyafetlerini internetten sipariş ettiği söylenen Rumen raket, en nihayetinde Nike ile anlaşsa da gerçekten trajikomik bir durumla karşı karşıya kaldı. Öyle ya, kısa bir süre öncesine kadar 1 numara, şimdi de 2 numara olan Halep'in Adidas ile kontratı biter bitmez başka bir marka tarafından kapılması gerekmez miydi?


 YA ALTTAKİLER N'APSIN?

 Halep özelinde değindiğimiz sponsorluk anlaşmalarının tenisçiler açısından ne kadar büyük bir önem arz ettiğinin farkında olmayan bir kitle var maalesef. Oysa sponsor desteği, pek çok masraf kaleminin olduğu teniste özellikle sıralamada ilk 100'ün dışında yer alan oyuncular açısından son derece yaşamsal bir mesele. Söylesenize bir tenisçi turnuvalardan elde ettiği gelirin tamamını, hatta bazen daha fazlasını turnuvada oynayabilmek için harcarsa nasıl başarılı olabilir? Daha doğrusu bu şartlar altında kariyerini nasıl sürdürebilir?


 Kıyafet, ekipman, uçak bileti ve konaklama gibi çok ciddi gider kalemlerinin olduğu bu sporda dünya sıralamasında ilk 100'ün dışında yer alan bir raketin para kazanması federasyon desteği olmadan neredeyse imkansız. Çünkü hiçbir kıyafet ve raket markası, bu sıralamadaki bir isme sponsor olmak istemez. Bunun da nedeni, sponsorluk denen kavramın bir "kazan-kazan" durumundan ibaret olmasıdır. Nitekim eski milli tenisçilerimizden İpek Şenoğlu, federasyondan destek alamadığı bir dönemde bazı turnuvalara banka kredisi çekerek gittiğini bizzat kendisi söylemiştir. Şu anda da adını bildiğiniz pek çok Türk tenisçi, Türkiye Tenis Federasyonu tarafından maddi destek görmektedir.

 GRAND SLAM GELİŞTİRME FONU

 Tüm bunlardan hareketle küresel kapitalizmin temel mantığı olan "Altta kalanın canı çıksın." yaklaşımının teniste de zuhur ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu açmazın ortadan kaldırılmasında en büyük rolü bir önceki paragrafta da belirttiğimiz üzere yerel federasyonlar üstlense de artık Grand Slam turnuvalarının da bu meseleye el attığını görmekteyiz.


 Geçtiğimiz yıldan itibaren faaliyet göstermeye başlayan Grand Slam Geliştirme Fonu, dünya üzerinde her yıl belli sayıda tenisçiye maddi destek sağlıyor. Bu yıl 29 oyuncuya toplam 650 bin dolar dağıtan fonun yardım ettiği isimler arasında milli tenisçi İpek Soylu da var. İpek tam 25 bin dolarlık bir hibe alacak ki bu gayet iyi bir para. Ne diyelim? Güle güle kullansın tenisçimiz.

2 Şubat 2018

Bernard Tomic Tam Bizlikmiş!


 Hatırlarsınız, Türkiye Tenis Federasyonu'nun Bernard Tomic'i milyon dolarlar karşılığında Türk vatandaşlığına geçirme girişimini pek çok defa yermiştik bu sütunda. Düşündüm de o zamanlar hata yapmışız. Çünkü Tomic, tam bize göre bir sporcuymuş esasında. Niye mi dersiniz?

 Bu post ergen tenisçi arkadaş, ülkemizde de yayınlanan Survivor adlı yarışmanın Avustralya'daki muadilinde boy göstermekte şu sıralar. Son olarak kendi evindeki Grand Slam turnuvasında elemeleri bile geçemeyen Tomic için Tennis World adlı haber portalı şunu sordu dün okuyucularına: "Sizce Tomic, artık gerçekten tenisçi mi?"

 Kendisini eleştiren basın mensuplarına sürekli tenisin kendisine kazandırdığı maddi varlıkları hatırlatarak aklı sıra hava atan bu vatandaşın haletiruhiyesini düşündükçe insanın aklına ister istemez bazı Türk sporcular geliyor. Onlar ki para uğruna dopingle anılmayı bile göze alan ve siyasi iktidarın borazanlığını yapmaktan çekinmeyenler. Ve yine onlar ki tek gayesi "köşeyi dönmek" olup bunu gerçekleştirdiklerinde de sporla alakalarını kesen, profesyonelliği banka hesabına yatan paradan ibaret görenler.

 E söyleyin o zaman ne farkı var Tomic efendinin bizim topraklarda sporcu geçinen bazılarından? Bilakis tipolojileri birebir aynı değil mi? O hâlde Tomic, şu ülkeye cuk diye oturan bir figür olmaz mıydı?

 Son olarak ben yakın bir zamanda sevgili Marsel İlhan'ı da Acun'un Survivor'ında yarışırken göreceğimizi düşünüyorum. Buna gülmek ya da ağlamaksa sizin bileceğiniz bir iş.

26 Ocak 2018

Teniste Pandora'nın Kutusu Açıldı


 Daniel Evans, Sara Errani, Thomaz Bellucci ve şimdi de Alize Cornet... Bunlar bir yıldan kısa bir süre içinde teniste gündeme gelen doping olayları. Belki arada benim atladığım başka isimler de olabilir ama meselemiz bu değil. Buradaki esas sorun şu: N'oldu da tenisle dopingin adı daha önce hiç alışık olmadığımız kadar yan yana gelmeye başladı?

 İşte bu sorunun yanıtını verebilmek için filmi ta Maria Sharapova'nın meldonyum vakasına kadar geri sarmak gerekiyor. Çünkü o olayla birlikte tenis için Pandora'nın kutusu resmen açılmış oldu.

 Sharapova, doping testinin pozitif çıktığını kamuoyuyla paylaştıktan birkaç gün sonra medyadaki dezenformasyonları yalanlamak için yayımladığı Facebook mesajının sonlarına doğru şöyle bir cümle kullanmıştı: "Ben dürüst ve açık biriyim. Sakat olduğumu iddia ederek gerçekleri gizleme yolunu seçmeyeceğim." (*)

 Yıllardır en üst seviyede tenis oynayan Rus raketin son derece kayda değer olan bu ifadesi aslında büyük bir itham içeriyordu. Demek ki birileri, geçmişte sakatlık ve benzeri kılıflarla dopinge bulaştıklarını kamuoyundan gizlemişti. İşin daha vahim tarafıysa Sharapova'nın ortaya attığı bu iddia, bizzat ITF tarafından teyit edilecekti.

 Ağustos 2016'da doping yönetmeliğini değiştirdiğini duyuran ITF, resmi sitesi aracılığıyla herkesin aklıyla alan eden, sk
'i
andal bir açıklamaya imza attı. Tenisin uluslararası seviyedeki en büyük yönetim organı, söz konusu duyuruda hem Sharapova'nın ima ettiği şeyin adını koyuyor (silent ban) hem de bu uygulamayı kaldırdığını ilan ediyordu. Bu, geçmişte yapılan usulsüzlüklerin açık bir itirafıydı. (**)
 
 Şimdi önümüzde böylesine somut iki gerçek dururken birbiri ardına çıkan doping haberlerine şaşırmamak gerekir. Gördüğümüz kadarıyla ITF'nin -bilhassa Sharapova olayından sonra- bu zamana kadar tüm pislikleri süpürdüğü halının altında artık yer kalmadı. Peki geçmişte işlenen suçlar n'olacak diyorsanız onları da ancak Andre Agassi gibilerin ileride yapacakları itiraflarla öğrenebileceğiz.

 (*) https://www.facebook.com/sharapova/posts/10153282306932680
 (**) http://www.itftennis.com/news/237420.aspx

10 Ocak 2018

Türkiye'de Tenis Haberi Okumak


 Şu gerçeği en baştan belirtmekte fayda var: Türkiye'de spor gazeteciliğiyle iştigal eden insanlar arasında tenis ve benzeri dallarla ilgili temel bilgilere sahip birilerini bulma ihtimaliniz çölde kutup ayısına rastlamakla eş değer. Ana öğününün neredeyse tamamı futboldan müteşekkil olan bir spor basını için de bu durum hiç şaşırtıcı değil. Bu noktada yalnızca medya organlarının kendisini suçlamamak lazım. İğneyi bu ülkedeki mediyokratik sistemi yaratan ve bundan nemalanan yönetici sınıfına batırmak gerekiyor.

 Böylesi vasat egemen bir ortamda da hasbelkader önümüze konulan tenis haberlerinin tadı epey kekremsi oluyor hâliyle. Sözde spor basınımızdaki tenis haberleri tamamı ile ajanslardan kopyalanıyor ki o ajansların ürettiği tenis metinleri evlere şenlik. Örneğin sonucu set skorlarıyla verilmesi gereken tenis maçlarını sanki futbol maçıymış gibi 2-0, 2-1, 3-1 diye aktarıyorlar.

 Yine de haksızlık etmeyelim. Medyamızın tenise olan ilgisi sadece ajanslardan gelen haberleri kopyalamaktan ibaret değil. Zira Marsel İlhan'a karşı da çok özel bir sempati(!) besledikleri kesin. Bunun sevgilerinin esas nedeni de Marsel'in yenilgilerinin sosyal medya zevzekleri tarafından müthiş bir etkileşim almasından başka bir şey değil elbette. Ha Marsel o zevzeklikleri hak etmeye başlayalı çok oluyor, o da ayrı mevzu.

 İşte değerli okuyucu, hâl böyle olunca sen de Türkiye'de lezzetli bir tenis haberi ya da yazısı okuyabilmek için sayısı son derece sınırlı birtakım ihtisas spor dergilerine ve sitelerine mecbur bırakılıyorsun. Ama yabancı dilin varsa yaşadın. Gir L'Equipe'e, spor filozofu olup çıkarsın.

8 Ocak 2018

Keramet Nadal'ı Konuşturmakta Mı?


 Eğer aramızda boş iş nedir, neye denir diye merak edenler varsa kendilerine Türkiye Tenis Federasyonu'nun dahiyane(!) çalışmalarını takip etmelerini şiddetle tavsiye ederim. Sağ olsunlar, icraatlarıyla bu kavramın pratikte neye karşılık geldiğini bizlere çok güzel gösteriyorlar.

 Sokak tenisi denen garabetin mucidi olan güzide federasyonumuz, bu sefer de tenisi ülke sathına yayma konusunda bambaşka bir keramet bulmuş kendisine. Rafael Nadal'la kısa bir video çekimi gerçekleştiren TTF şürekası, söz konusu videoda İspanyol tenisçiye Türkçe "Minik eller raket tutsun." dedirtmiş.

 Tabii Nadal dedi diye bu memlekette minik ellerin raket tutacağını düşünmek normal bir zeka seviyesinin ürünü olamaz. Fakat mesele, bize gülünç gelen böylesi işlerin gerek toplumda gerekse de yönetenler nezdinde büyük bir karşılığının olması. Zira çıkarları gereği bu tip saçmalıklara alkış tutan o kadar çok insan var ki...

 Tüm bu deli saçması işlerden bize de bolca malzeme çıkıyor. Ne var ki bizim derdimiz, gerçekten eğlenmek veya birileriyle dalga geçmek değil. Bilakis Nadal'ın temennisine yürekten katılıyoruz. Ancak bunun için dostlar alışverişte görsün diye değil, sahici ve esaslı çalışmalar yapmak gerektiğini biçare söylemeye devam ediyoruz.

 Mevcut tablo bize gösteriyor ki Türkiye'de minik ellerin raket tutabilmesi için çok büyük bir zihinsel devrim yaşamamız gerekiyor. Öyleyse şimdilik amin denilecek tek bir dua var: Allah hepimizi ıslah etsin.