19 Ağustos 2016

"Bu Bir Tenis Maçıdır"



 Rio 2016’daki tenis maçları sırasında sandalye hakemlerinden sıklıkla işitmek zorunda kaldığımız uyarılar, tenis seyircisinin nereye gittiğiyle ilgili bir kez daha derin düşüncelere sevk etti bu spora gönül vermiş insanları. Sırf başlıktaki ifade bile son derece çarpıcı belki ama devamında söylenen cümle, yaşanan sorunun temeline işaret etmesi açısından daha büyük önem arz ediyor: “Lütfen her iki oyuncuya da adil ve saygılı olun.”

 Tenis seyircisinin önemli bir bölümü bir süredir kortta ter döken oyunculara karşı maalesef adil davranmıyor. Grand Slam turnuvaları başta olmak üzere dünyadaki belli başlı tenis organizasyonlarında tribünü dolduran izleyicilerin hiç de azımsanmayacak bir kısmı, kortta olan biteni tenis bilgisi ve adabından uzak bir şekilde, gözü kör bir fanatizmle takip ediyor. Öyle ki desteklediği oyuncunun rakibi ilk servisi fileye taktığında tuttuğu tenisçi puan kazanmış gibi sevinen ya da ralli devam ettiği esnada puanın bittiğini zannedip oyuna müdahil olan bu güruha artık sadece Davis ve Fed Cup'ta değil, hemen her turnuvada rastlıyoruz.

 İşin daha can sıkıcı tarafıysa tenisin genetiğine son derece aykırı olan bu aşırılıkların kimi zaman milli duygular bahane edilerek normalleştirilmeye çalışılması. Turnuvanın düzenlendiği ülkeden bir oyuncu korta çıktığında tribündekilerin o ismi desteklemesi kabul edilebilir bir durum olsa da iş, masumane bir destek boyutundan çıkıp diğer oyuncuyu sabote etmeye kadar vardığında gerçekten sinir bozucu bir hâl alıyor.

 Tenisin en prestijli turnuvası olarak kabul gören Wimbledon’da ev sahibi oyuncuların ne kadar kayrıldığı Andy Murray vesilesiyle herkesin malumu. Fakat geçtiğimiz yıl Serena Williams’ın Heather Watson’ı elediği karşılaşmada İngilizler işin dozunu o kadar kaçırmıştı ki Serena, seyirciyi hakeme şikayet etmek zorunda kalmıştı. Bunun üzerine seyircinin yuhalamalarından nasibini alan Birleşik Amerikalı yıldız, maçın ardından düzenlediği basın toplantısında Wimbledon’da daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmadığını söylemişti. Benzer şekilde Madrid Masters'ta da İspanyol tenisçilerin maçları sırasında sergilenen tavır, son yıllarda hem oyuncular hem de tenisseverler nezdinde büyük bir tepkiyle karşılanıyor.

 Madalyonun öbür yüzündeyse oyunu izlemeye gelen seyircinin aktif olabilmesi gerektiğini savunan ve bunu söylerken de tenisi “elit sporu” olarak iğneleyen bir kesim mevcut. Fakat buradaki mesele, elitizmden ziyade korta çıkıp efor sarf eden bir sporcuya saygı gösterme meselesi. Yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere tenis izleyicisinin tribündeki davranışlarıyla alakalı sorunlar artık münferit olmaktan çıkmış vaziyette. Dolayısıyla hem bu sporun kültürüne hem de oynanan oyunun adilliğine zarar veren bu aşırılıklara karşı derhal önleyici tedbirler alınması gerekiyor. Aksi halde tenis, kendini varoluşsal krizlerin içinde bulacakmış gibi gözüküyor.

12 Ağustos 2016

Bu Ne Hâl Marsel İlhan?


 Açıkçası sade bir tenissever olarak bugüne dek hep desteklediğim, saygı duyduğum bir sporcuydu Marsel İlhan. Zaten aksi de pek mümkün değil gibi geliyor bana. Zira bu memlekette yaşayıp tenisle ilgileniyorsanız bu adama ve başardıklarına nasıl sempati duymayacaksınız ki? Ne var ki işin biraz içine girip yeni şeyler öğrendikçe insanlar hakkındaki fikirleriniz değişebiliyor. Benim Marsel konusunda son dönemde yaşadığım eksen kaymasının altında da biraz bu yatıyor.
 
 İsterseniz Marsel’in son dönemlerdeki fecaat performansından başlayalım anlatmaya. Son 12 maçta elde ettiği galibiyet sayısı yalnızca bir olan milli tenisçi, katıldığı son 11 turnuvanın tamamına ilk turda veda etti. Her elenişinin ardından da “trending topic” oldu, sosyal medyada artık hemen herkesin alay ettiği bir isim haline geldi. Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki popüler mizah sitesi Zaytung bile kendisiyle ilgili haber yazdı. Kısacası Marsel, kendisini rezil etti.

 Kendisini rezil etti diyorum çünkü Marsel, bir süredir amiyane tabirle laf olsun diye tenis oynuyor bana kalırsa. Profesyonellikle arasının alerji boyutunda olduğu söylenen Marsel’in uzun bir süredir antrenörü de yok. Ancak daha vahim başka söylentiler de var. İddia o ki geçtiğimiz yıl kendisini adeta küllerinden doğuran koçuyla yollarını ayırmasının gerekçesi antrenman temposunun yoğunluğu imiş.

 Marsel için şu anda teniste başarılı olmasını sağlayacak hiçbir motivasyon kaynağı yok gibi görünüyor. Yukarıda da belirttiğim gibi profesyonellik kavramının çok uzağında geziniyor, mesai saatlerinden hoşlanmıyor. İşin kötüsü, federasyonun sporcusu olduğu için turnuvalardan kazandığı para da kendisine kalıyor. Sakın yanlış anlaşılmasın, kazandığı parada gözüm yok elbette. Bilakis Allah daha çok versin. Fakat demem o ki para dahi motivasyon sağlayacak bir unsur değil kendisi için.

 Son tahlilde Türk tenisi açısından son derece sıkıntılı bir tabloyla karşı karşıyayız. Hal böyleyken Marsel nasıl toparlanır ya da toparlanabilir mi, bilmiyorum. Biz Türk tenisseverler olarak kendisinin hep iyi yerlerde olmasını arzu ederiz. Fakat bunun için bizden önce kendisinin bir şeyleri istemesi gerekiyor. 

1 Ağustos 2016

WTA'yı Kim Kurtaracak?

 Avustralya Açık ve Roland Garros’la birlikte bu yıl nur topu gibi iki slam şampiyonumuz daha oldu. 2010 yılından günümüze kadarki süreci incelediğimiz zaman Grand Slam şampiyonları listesine kadınlardan dokuz ismin daha eklendiğini ve bu isimlerin sadece üçünün bu başarıyı tekrar edebildiğini görüyoruz. Bu manzara da aslında bize yıllardır tartışılan kadın tenisinin hâl-i pür melâlini yansıtıyor. Son zamanlarda kalite ve istikrarı neredeyse hiç bir arada göremediğimiz WTA Turu'nda artık amiyane tabirle önüne gelenin majör turnuva kazandığına şahit oluyoruz.

 Kadınlar tenisindeki bu içler acısı hâlin daha çok göze batmasında önemli bir etken de hiç kuşkusuz erkek meslektaşlarının olağanüstü başarısı. Ancak tarihte eşi benzeri görülmemiş ve bir daha da görülmesi zor olan bu ATP neslini WTA Turu'yla karşılaştırmak da pek adil gelmiyor bana. Bu yüzden kadın tenisini daha ziyade kendi içinde değerlendirmekten yanayım.

 Son yıllarda kadınlar turunda yaşanan istikrarlı istikrarsızlıkların temelinde ilk paragrafın sonunda yazdığım gerekçeler yatıyor. Hem kaliteli hem de istikrarlı tenis oynayabilen oyuncu sayısı o kadar az ki her büyük turnuvanın yeni bir şampiyon çıkarması artık vakayıadiyeden oldu. 30. yaş gününe birkaç hafta kala Roland Garros'ta kariyerinin ilk Grand Slam'ini elde eden Francesca Schiavone, 28 yaşında aynı başarıyı Wimbledon'da elde edip hemen ardından emekliliğini açıklayan Marion Bartoli ve 33'ündeyken giderayak Amerika Açık'ı kazanıp bu isimlere katılan Flavia Pennetta bu durumun en çarpıcı örnekleri olarak karşımızda duruyor.

 Halbuki çok değil, 10 yıl öncesine gittiğimiz zaman kalite ve istikrar anlamında erkek turunu bile kıskandıran bir WTA Turu vardı karşımızda. Williams kardeşler, Justine Henin, Kim Clijsters, Martina Hingis, Maria Sharapova, Lindsay Davenport ve Amelie Mauresmo bir çırpıda sayabileceğim isimler. Elena Dementieva gibi her ne kadar slam kupası kaldıramamış olsa da kalitesi asla tartışılmayacak oyuncular da cabası. Peki şu anki WTA, bu kalibrede kaç kadın tenisçiye sahip? Serena, meldonyum yüzünden kariyeri berbat olmayana kadar Sharapova, e hadi bir de geçtiğimiz haftalarda hamileliğini açıklayan Victoria Azarenka olsun. Gördüğünüz gibi ancak üç…

 Oyuncu kadrosunun çok daha vasıflı olduğu o yıllarda dahi sürpriz slam şampiyonları çıkabiliyordu kadın tenisinde. Mesela 2004 Fransa Açık galibi Anastasia Myskina bunun bir örneğidir. Olaya bu açıdan yaklaştığınız vakit şu an yaşanan enflasyon hiç de garip gelmiyor. Bu noktadaki asıl sorunsa bayrağı çoktan devralmış olmaları gereken ama ortam son derece müsait olduğu hâlde bir türlü beklenen çıkışı yapamayan genç oyuncularda aslında. 

 Yıllardır kadın tenisinin geleceği olarak bir sürü isim atıldı ortaya ama ne var ki bunlardan bir tanesi bile kayda değer bir başarının altına imzasını koyamadı şimdiye dek. Bunun da nedeni, sözü edilen oyuncuların hiçbirinin kendileri için yaratılan beklentileri karşılayabilecek donanıma sahip olmaması. 

 Tenis dünyasının düştüğü temel bir yanılgı var son dönemde: hasbelkader parlayan bir tenisçiye hemen "geleceğin yıldızı" etiketini yapıştırmak. Oysa yıldızlık, çok zor ulaşılabilecek bir seviye. Kariyerinin emekleme dönemindeki bir isme böyle yakıştırmalar yapmak, hem işbu oyuncuya yapılmış büyük bir haksızlık hem de çalışıp didinerek gerçekten yıldız olmayı başarabilmiş tenisçilerin yaptıkları işleri çok hafife almaktır.

 Son tahlilde bugünün kadınlar tenisindeki en temel problem alttan hakiki yıldız adaylarının çıkmıyor olmasıdır. Genç yıldızlar bayrağı devralmadıkça da sanırım daha uzun yıllar boyunca kadın tenisindeki istikrarsızlığı konuşmaya devam edeceğiz.