31 Ağustos 2017

Fedal'dan Murray'e Ne?


 Amerika Açık başlayalı dört gün oldu ama tenis kamuoyu oynanan maçlardan ziyade Andy Murray'nin turnuvadan çekilmesini konuşuyor. İlk bakışta son derece sıradan bir olay gibi görünen bu durumun gündemi meşgul etme nedeniyse İskoç raketin ana tablo kuraları çekildikten sonra kararını açıklamamış olması. Nitekim dünya 1 numarası Rafael Nadal da ilk tur maçından sonra düzenlediği basın toplantısında "Zamanlama manidar." kabilinden bir yorumda bulundu konuyla ilgili.

 Açıkçası Nadal'ın neyi ima ettiğini tam çözemedim fakat anladığım kadarıyla Murray'e olan tepkilerin altında turnuvadan çekilme kararını ana tablo kuralarından önce açıklamayarak olası bir Federer-Nadal finalinin önüne geçmesi yatıyor. Farz edelim ki Murray hakikaten böyle bir hinlik düşünmüş olsun. Peki bunun İskoç tenisçiye ne gibi bir faydası olacak? Murray için bir Grand Slam'de yer alabilmek mi daha önemli yoksa rakiplerini finalden önce birbirine kırdırmak mı? Bu seviyedeki bir oyuncunun böylesine küçük hesapların peşine düşmesi sizce ne kadar mantıklı?

 Murray'nin turnuvadan neden cumartesi günü çekildiğinin çok basit bir izahı var ki aslında bunu en iyi bilenlerden birinin de Nadal olması lazım. Bir tenisçi daha önceden katılmayı düşündüğü bir turnuvada, hele ki o turnuva bir Grand Slam ise, oynayabilme ihtimalini sonuna dek kovalar. Şayet oynayabileceğine dair en ufak bir ümidi varsa sakatlığı tam iyileşmemiş olsa dahi korta çıkmayı ister. Öyle olmasaydı bugün Sharapova, her iki bileğine de kolluk geçirerek Amerika Açık'ta raket sallamazdı.

 Velhasıl, Murray'nin veya başka bir oyuncunun bireysel bir spor olan teniste herhangi bir rakibini düşünerek hareket etmesinin normal şartlar altında mümkünatı yok. Murray'i kendi kariyeri ve başarıları ilgilendirir, Federer ve Nadal'ın oynayacağı muhtemel finaller değil.

29 Ağustos 2017

Sharapova'dan Süpernova Patlaması


 Hayatta bazen aksilikler birbirinin peşi sıra gelir. Sanki bütün terslikler sıraya dizilmiş de ortaya çıkmak için bir kıvılcım bekliyormuş gibi hissedersiniz kimi zaman. Sharapova da son iki yılda bu duyguyu çokça yaşamış olmalı.

 Rus yıldız, 15 aylık cezasının bitimiyle kortlara yeniden döndüğünde artık kendisini doya doya izler, ona olan özlemimizi gideririz diye düşünüyorduk. Ancak bu defa da başka şeyler girdi Masha'yla tenisin arasına. Roma Açık'ta uyluğunu sakatladığı gün, hem Roland Garros'a yaptığı wild card başvurusu reddedilmiş hem de Wimbledon'da ana tablo oynama şansını kaybetmişti. 24 saatten kısa bir süre içinde yaşanan bu kadar kabus, en sağlıklı bünyenin bile majör depresyona girmesi için kafiydi. Ne var ki Rus raketin başına gelenler bunlarla da sınırlı kalmayacaktı.

 Üç ayı da sakatlığa heba ettikten sonra Stanford'da yeniden işbaşı yaptı Sharapova. Beklenti, kötü günlerin geride kalacağı yönündeydi. Nitekim o da ilk tur maçını kazanarak turnuvaya güzel bir başlangıç yapmıştı. Fakat düşene bir darbe de sol ön kolundan geldi. Yaşadığı bu sakatlığın ardından Montreal ve Cincinnati'den de affını istedi. Bir süpernova gibi patladığı yerse dün gece oynadığı Amerika Açık ilk tur maçı oldu. Uzun zamandır dolup taşan Rus tenisçi, 1 numara hesapları yapan Simona Halep'in üzerine gök gürültülü yağmur gibi yağdı.

 İki yıldır bunca derde gark eylemiş bir oyuncunun bu süreçte akıl sağlığını yitirmesi de son derece kuvvetli bir ihtimaldi tabii. Nitekim bu gözler, bu sıkıntıların çeyreğini bile yaşamadıkları hâlde kariyerleri mahvolan Dinara Safina'ları, Ana Ivanovic'leri, Caroline Wozniacki'leri, Eugenie Bouchard'ları da gördü. Sharapova'yı bunlardan ayıransa yaptığı işe olan saygısı ve adanmışlığı elbette. Zaten bu hasletlere sahipseniz er ya da geç bütün zorlukları aşıyorsunuz. Dün geceki de bunun ihtişamlı bir örneğiydi sadece.

 Bundan sonra iş, Maria'nın raketinde bitiyor. Dünya 2 numarasını eleyebildiğine göre şampiyon olamaması için hiçbir sebep yok. Yeter ki bu oyun seviyesini korusun.

25 Ağustos 2017

Tek El Backhand Bitmedi, Sadece Azaldı


 Tabiatta her şeyin zıddıyla kaim olduğu söylenir. Söz konusu tenis olduğunda da durum böyledir. Dahası, bu zıtlıklar arasında mutlak bir üstünlük de kurulamaz çoğu zaman. Örneğin uzun boyun kısa boydan daha avantajlı olduğunu söyleyemezsiniz teniste. Nitekim aynısı tersi için de geçerlidir. Çünkü iki durumun da kendine göre avantajları ve dezavantajları vardır. Teniste de başarının yolu, kendi avantajlarınızı mümkün olduğunca ön plana çıkararak rakiplerinize kabul ettirebilmekten geçer.

 Girizgahı bu şekilde yapmamın sebebi, tenisseverler nezdindeki yanlış bir algı. Bugün tenisi yakından takip edenlerin pek çoğu, tek el backhand’i bir zafiyet göstergesi olarak yorumluyor. Bu vuruşun oyunculara hiçbir avantaj sağlamadığı ve backhand’in makbulünün çift el olduğuna dair yaygın bir kanı mevcut. Bu görüşün temel dayanağı ise hiç kuşkusuz tek el kullananların neslinin giderek tükeniyor olması. Ne var ki tek elcilerin azınlıkta kalması, bu vuruşun efektif olmamasından kaynaklanmıyor.

 Evvela tenise başlama çağındaki bir çocuğun anatomik özellikleri itibarı ile çift el kullanmaya daha yatkın olduğunu söylemek lazım. Buna karşın tek el backhand’i istenilen güç ve tesirde vurabilmek içinse uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Bu nedenle tek el backhand vuruşunu olgunlaştırabilmek için geçen bu sürede bir oyuncunun arzuladığı sonuçları alamaması da son derece olasıdır. İşte bu noktada tenisçi adaylarının büyük bir kısmı, kısa vadede başarıyı tercih ettiklerinden çift ele yönelirler. Söz gelimi, mağlubiyetlerin yaratabileceği zihinsel zorlukları göze alamazlar.

 Öte yandan tenisin yıllar içinde değişen kimyası da tek el kullananların sayısının azalmasında önemli bir etken oldu. Servis-volenin geçer akçe olduğu yıllarda oyunculara slice ve volede büyük kolaylık sağlayan tek el backhand revaçtaydı. Nitekim efsanevi raket Pete Sampras’ın backhand’inin antrenör telkiniyle çift elden tek ele dönüştürüldüğünü biliyoruz. Ancak dip çizgi rallilerinin ağırlık kazandığı günümüzde tek el backhand’in bu cazibesi de ortadan kalkmış durumda.

 Tüm bunlara rağmen tenis dünyada oynanmaya devam ettiği müddetçe tek el backhand de hep var olacaktır. Uygulamadaki zorluk ve oyunun şu anki dinamikleri bu vuruşun önünde ciddi bir engel teşkil etse de tek el backhand’in oyuncuların vuruş yelpazesini ne kadar genişlettiği de ortadadır. Tek tip, fabrikasyon oyuncuların kol gezdiği günümüz tenisinde iyi bir tek el backhand fark yaratmaya devam edecektir.

14 Ağustos 2017

Marsel, Tomic Sendromu Yaşıyor


 Bu satırlarda Marsel İlhan'a düzdüğüm methiyelerin haddi hesabı yoktur. Ancak geldiğimiz noktada Marsel'i övmek şöyle dursun, Twitter'da kendisiyle alay edenlere dahi tek laf edemez olduk. Çünkü Marsel, aradan geçen zamanda tıpkı o goygoycuların sürekli vurguladığı gibi devamlı ilk turlarda elenen bir oyuncuya dönüştü. Dahası, ilk 1000'de bile yer almayan oyunculara karşı üst üste maçlar kaybetti.

 Marsel'in son yıllardaki fecaat performansıyla Twitter'daki zevzeklerin değirmenine su taşıdığı bir gerçek olsa da aynı zevzeklerin ilk 100'e girdiğinde de bu adamla akılları sıra dalga geçtiklerini unutmamak lazım. Bunun altında da pek tabii ki söz konusu kitlenin cehalet ve şuursuzluğu yatıyor. Okumayan, kendisini geliştirmeyen, üretmeyen ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de üretenlere küfreden bu utanmazların elbette kale alınacak bir tarafı yok.

 Gelgelelim Marsel'in şu anki içler acısı hâlinin sorumlusu da bizzat kendisi. Bir tenisçinin elbette formsuz dönemleri, düşüşleri olur fakat Marsel'in problemi çok daha başka. Onunkisi daha ziyade bir Bernard Tomic vakası. Belki Avustralyalı meslektaşı gibi dillendiremiyor ama Marsel de uzun bir süredir cebine giren paradan gayrısını umursamıyor. Yoksa kendisini yeniden vitrine çıkaran antrenörünü idman temposu yoğun diye kovmazdı herhalde. Nitekim o ayrılıktan sonra nasıl tepetaklak olduğu da ortada.

 Tenis, en nihayetinde bireysel bir spor ve Marsel de bu oyunu bizim milliyetçi duygularımızı kabartmak için oynamıyor. Ne var ki bu kafayla devam ettiği takdirde kendisini böylesi bir vurdumduymazlığa iten federasyon desteğini de günün birinde yitirebilir. Nitekim bu iş için gerekli dalavere ortamı da o çevrelerde fazlasıyla mevcuttur. Bu konuda kendisini çok geç olmadan uyarmak istedim.

8 Ağustos 2017

Kortlar Yavaşlatıldı Çünkü...


 Zemin meselesi, öteden beri tenisin en temel tartışma konularından biri olmuştur. Nitekim bu yılki Wimbledon'da da kortların yavaşlığı üzerine çokça konuşuldu. Aslına bakarsanız turnuva zeminleri son yıllarda gayet bilinçli bir şekilde yavaşlatılıyor. Bu uygulamanın altında da tüccar kafalı turnuva organizatörlerinin imzası var.

 Bugün uluslararası düzeyde herhangi bir 
turnuvanın varlığını devam ettirebilmesi, doğrudan kendini finanse edebilmesine bağlıdır. Bu noktada da organizasyona olan ilgiyi yüksek tutmak büyük önem arz eder. O ilgiyi gösterecek olanlarsa sen ben, yani seyircilerdir.

 Kortların yavaşlatılmasının az evvel anlattıklarımla olan münasebeti ise ralliler uzadıkça korttaki mücadelenin izleyicilere daha cazip geleceği yönündeki inanış. Zira bugün dünyada tenisi takip edenlerin önemli bir kısmı, korttaki oyunun kalitesini puanların uzunluğuna bakarak değerlendiriyor.

 Halbuki gerçek kalite, beceri ve maharet sonucunda ortaya çıkar. Önemli olan, bir rallide topun kaç kere gidip geldiği değil, yapılan vuruşların zorluk seviyesi ve kalitesidir. İki oyuncunun da hiç risk almadan devamlı birbirlerinin hatalarını kolladıkları bir oyun tenisten ziyade kör dövüşüdür. Bu nedenle tenis, ha babam top çevirmeyi değil, inisiyatif almayı teşvik eden bir spor olmalıdır.

 Tenisin teoriğine yönelik bu tartışmalar bir tarafa, ortada zemin karakteristiği denen bir olgu da var. Eğer siz bir turnuvayı sert zeminde düzenliyorsanız kortların hızını toprak zemininkiyle aynı düzeye indirmemelisiniz. Aksi hâlde zemin kavramının tenis özelinde hiçbir kıymeti kalmaz.