29 Kasım 2016

Bir Tenis Klişesi: Zengin Sporu Algısı


 Türkiye Tenis Federasyonu'nun istisnasız her başkanından duymuşuzdur herhalde şu sözleri: "Tenis, ülkemizde zengin sporu olarak algılanıyor. Federasyon olarak bu algıyı yıkmaya çalışıyoruz." İyi ama nasıl?

 Her şeyden evvel zengin sporu derken neyi kastediyorsunuz? Eğer bu tanımlamayı kullanırken tenisin masraf gerektiren bir spor olduğunu söylemeye çalışıyorsanız bunu nasıl yıkmayı planlıyorsunuz? Tenisi raket yerine tahta sopalarla oynatmak gibi Ion Tiriacvari fikirlere mi sahipsiniz?

 Bundan bir sene evvel üniversitenin sahil tarafında bir Erasmus öğrencisiyle yaptığım sohbet geliyor aklıma bu "zengin sporu" lafını her duyduğumda. İsminin Arnaud olduğunu söyleyince aklıma hemen Fransız tenisçi Arnaud Clement geliyor ve tenisten konu açıyorum. "Dünya klasmanında tenisçiniz var mı?" diye sorunca da Marsel İlhan ve Çağla Büyükakçay'ı sıralıyorum. Hemen peşinden yukarıda alıntıladığım klişe cümleleri sarf ettiğimdeyse Arnaud'nun verdiği tepki aynen şu oluyor: "Ama bu bir realite. Senin bu söylediğin Fransa da dahil olmak üzere her ülke için geçerli."

 Arnaud'nun o gün vurgulamaya çalıştığı gibi tenis dünyanın her yerinde masraflı bir spordur, bunu değiştiremezsiniz. Ancak tenisi toplumun her kesimiyle buluşturabilmek yine de pekala mümkün. Örneğin gelecek sene 20 bin Britanyalı çocuğa bir buçuk ay boyunca ücretsiz tenis dersi vereceğini açıklayan LTA, bu konuda örnek alabileceğiniz bir kurum. Fakat siz çalışmaya, üretmeye değil de Amerika'yı yeniden keşfetmeye hevesliyseniz yıllardır yaptığınız gibi bu içi boş sözlerle vakit öldürmeye devam edebilirsiniz!

22 Ekim 2016

Tomic'i Alana Kyrgios Bedava!


 Son zamanlarda ülke tenisinin en büyük gündemi federasyon başkanlığı seçimi. Herkes idealindeki başkan profilini anlatıyor, yazıyor, çiziyor. Tüm bunlar yaşanırken de çok klişe bir slogan yeniden gün yüzüne çıkıyor: Sporu sporun içinden gelenler yönetmeli.

 Evet, federasyon başkanı olacak kişinin yöneteceği sporu iyi bilmesi çok büyük bir avantajdır. Fakat şu da var ki sırf tenisi biliyor diye hiçbir yöneticilik vasfı olmayan birine "Buyur, tenisi yönet." diyemezsiniz. Bu noktada yapılması gereken şey çok basit: Başkanlığa seçilen kişinin tenisle ilgili alacağı kararlarda dünya tenisini çok iyi bilen, uzman kadrolarla çalışması. Peki bizde durum böyle mi? Bildiğiniz ya da tahmin edeceğiniz üzere hayır.

 Hayır çünkü her gelen kişi, yanında işin uzmanlarını değil, kendi yandaşlarını ve oy devşirebileceği çeşitli çıkar gruplarını getiriyor. Mesele Türk tenisine hizmetten ziyade kendi koltuğunu korumak olduğu vakit de eşine benzerine ancak komedi filmlerinde rastlanacak türden fikirler türemeye başlıyor. Mesela Bernard Tomic'i Türk yapmak gibi...

 Dünya tenisinin Nick Kyrgios'tan sonra en çok yaka silktiği oyuncuyu kendi vatandaşlığına geçirmeye çalışmak ve bunun için de tomarla para teklif etmek ancak bir yönetim skandalı olarak tarif edilebilir. Üstelik Tomic'in nasıl bir kötü repütasyon olacağını öngörmek için bu sporun azılı takipçisi olmaya da gerek yok. En basitinden sosyal medyadaki sayısız tenis hesaplarından birinin yöneticisine sorun, anlatsın size Tomic'in nasıl bir arıza olduğunu.

 Bu tip ultra saçmalıkların bir diğer nedeni de neredeyse tüm federasyonların artık lafta bile özerk olmaması elbette. Bir ülkede tenisi geliştirmek istiyorsanız neler yapmanız gerektiği bellidir. Bunun için de kimi kerameti kendinden menkullerin yaptığı gibi Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Öyleyse neden bu bilinenler hayata geçirilemiyor? Çünkü federasyonların doğrudan bağlı olduğu iktidar kısa vadede başarı istiyor. Hâl böyleyken hiçbir federasyon da altyapıyla, oyuncu yetiştirmekle uğraşmıyor. Bilakis tüm mesaisini el alemin yetiştirdiği hazır oyuncuları transfer etmeye harcıyor.

 Kısacası bu ülkede çok büyük bir zihinsel dönüşüm yaşanmadıkça o koltuklara kimi oturtursanız oturtun, hiçbir şeyi düzeltemezsiniz. Lakin umuyorum Türk tenisini yönettiğini sananlar, yukarıda bir örneğini verdiğim ulvi(!) fikirlerini yabancı meslektaşlarının yanında dile getirmiyorlardır. Bunlar belki Misak-ı Milli sınırları içinde normal hatta hoş karşılanabilir fakat dışarıda sadece kendinize güldürürsünüz. Benden söylemesi...

6 Ekim 2016

Sharapova Güçlenerek Dönecektir


 http://tenisdunyasi.net/yazar/yunus-dilber/sharapova-guclenerek-donecektir-251

 Salı günü CAS'ın verdiği nihai kararla kişisel yaşamında çok zorlu bir periyodu geride bıraktı Maria Sharapova. Böylesine travmatik bir dönemi son derece aklıselim ve metin bir şekilde yönetti ki zaten bunu da ondan başkası başaramazdı herhalde. En nihayetinde o, bu dünyaya savaşmak için gelmiş ve hiçbir zaman pes etmemişti. Bu zorlu süreçten de mümkün olan en az hasarla çıkarak ne kadar güçlü bir iç dünyaya sahip olduğunu bir kez daha göstermiş oldu Rus tenisçi.

 Olayın yargı boyutuyla ilgili konuşacak olursak CAS'tan çıkan sonucun ITF'yi taca çıkardığını rahatlıkla söyleyebiliriz. ITF'de bu davaya bakan hakimler, daha önce bizzat kurumun kendisi tarafından atanmış kişiler olduğundan buradan çıkan kararın adil olmasını beklemek zaten iyimserlik olurdu. Bağımsız bir yargı organı olan CAS ise yayımladığı gerekçeli kararda iki yıllık cezanın ITF'nin daha önce uyguladığı yaptırımlarla çeliştiğini belirterek bunu makul sayılabilecek bir seviyeye çekti.

 Tüm bu süreç boyunca yaşanan en kayda değer olaylardan biri de ITF'nin Rio 2016 için hazırladığı özel kitapta Masha'nın 2012 Londra'daki gümüş madalyasını yokmuş gibi göstermesiydi. Hayatta her insan farkında olmadan büyük bir hata yapabilir. Ancak dünya tenisinin en önemli karar organının bir sporcunun "sonuna dek hak edilmiş" ve tescillenmiş bir başarısını yok saymaya hakkı yoktur. Farz edelim ki ITF yasaklı madde kullanımı konusunda çok hassas olsun. Peki vaktiyle tüm dünyayı kandırdığını itiraf eden Andre Agassi'nin söz konusu kitabın kapağında olmasını neyle açıklayacağız?

 Maria, nisan ayının sonunda kariyerinde ikinci defa yeni bir sayfa açacak. Yapacağı bu temiz başlangıç, ilkine göre daha kolay olacaktır çünkü bu defa sakatlığın yarattığı bir oyun tahribatı söz konusu değil. Maç başına 20 çift hatayla oynadığı günlerden dünya 1 numarasına kadar yükselmeyi başarmış bir sporcu, şu anki zorlukların da üstesinden gelecektir diye düşünüyorum. Kaldı ki bu sefer kendisini bir kez daha ispat etmek gibi ekstra bir motivasyonu da olacak. Dilerim kariyerinin bundan sonraki bölümü herhangi bir sekteye uğramaz da karakteriyle ben de dahil pek çok kişiye ilham veren bu özel insanı doya doya seyrederiz önümüzdeki yıllarda.

1 Ekim 2016

Genetiği Değiştirilmiş Tenis



 Tenisin kurallarını keyfekeder değiştirebileceğini zanneden bir güruh türedi son dönemlerde. En somut örneğini Madrid Masters kortlarını maviye boyayarak ortaya tıpkı kendisi gibi marjinal bir eser çıkaran Ion Tiriac'ta gördüğümüz bu zihniyetin izlerine şimdi de WTA CEO'sunda rastladık. Yenilikçiliği kendinden menkul beyimiz, tek kadınlar maçlarında avantaj puanının oynanmaması gerektiğini ve son sette süper tie-break uygulamasına geçilebileceğini buyurmuş. Böylece maçların süresini kısaltarak hem televizyonların hem de seyircilerin işini kolaylaştırmayı planlıyormuş.

  Vahşi kapitalizmin dur durak bilmediği bir çağda böylesine ticari ve konformist bir yaklaşım artık tuhaf kaçmıyor olsa da bu durum, söz konusu açıklamanın en iyimser ifadeyle ne kadar cahilce olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Zira teklerde avantaj puanını kaldırmak demek, doğrudan bu sporun ruhuna kastetmektir. Bu puanı kaldırdığınız andan itibaren şans faktörü iyiden iyiye oyunun içine girer ve zaten cılkı çıkmış kadınlar turu bir süre sonra tamamı ile sirke döner. Evet, sözü edilen kurallar çiftlerde uygulanıyor fakat oradaki esas amaç, turnuvaların zamanında bitirilmesini sağlamak. Yoksa karar puanının tenisin felsefesiyle örtüştüğünü ya da WTA CEO'sunun iddia ettiği gibi ilerici bir uygulama olduğunu söylemek mümkün değil.

  Son tahlilde ticari maksatlarla bir sporun genetiğiyle oynamaya kalkarsanız yapacağınız tek şey o sporun içini boşaltmak olur. Dolayısıyla bunlar, gerçekte hiçbir karşılığı olmayan afaki söylemlerdir. Yenileşme ve gelişme kisvesi altında sporu yazboz tahtasına çevirecek olan bu fikirlerin de önüne geçmekte fayda var diye düşünüyorum. Zira bazı konularda geleneksel hatta tutucu olmak en doğrusu.

9 Eylül 2016

Angelique Kerber: Çünkü O Bir Alman



 Cincinnati'de 1 numarayı ele geçirme fırsatını finalde yenilerek tepen Angelique Kerber, muradına Amerika Açık'ta erdi. O finalde boyun eğdiği Karolina Pliskova'nın yarı finalde Serena Williams'ı elemesiyle kadınlar tenisinin yeni hükümdarı olduğunu ilan eden Alman tenisçi belki bu koltuğun gördüğü en yetenekli isim değil ama kuşkusuz en disiplinlilerden biri.

 Kerber'in 28 gibi hiçbir spor için genç sayılamayacak bir yaşta ilk Grand Slam'ini kazanıp dünya 1 numarası olması, kadınlar tenisinde son dönemde gerçekleşen sayısız tuhaflıklardan biri olarak gözükebilir. Fakat dün yarı finalde yendiği Caroline Wozniacki'nin bir zamanlar tamamen rakibe hata yaptırmaya dayalı, izleyenlere işkence çektiren bir tenis anlayışıyla 67 hafta WTA klasmanının en tepesinde oturduğunu düşünürsek Angie'nin elde ettiği başarının son derece makul olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

 Kerber, ne Serena Williams gibi ultra agresif bir hücumcu ne de Simona Halep gibi devamlı top çeviren bir duvar. Mecbur kalmadıkça açılı ve riskli oynamaktan imtina etse de agresif vuruşlarla kortun bir tarafını açarak winner üretme konusunda ustalaşmış bir raket. Ayrıca ayakları üzerinde de müthiş hızlı olduğundan geri çizgiyi çok iyi kaplıyor. Tüm bu özellikler bir araya gelince de ortaya makine gibi bir tenisçi çıkıyor.

 Velhasıl bilhassa futbol medyamızın sıklıkla kullandığı "Alman disiplini" tabirinin kortlardaki karşılığı diyebiliriz Kerber için. Karakteriyle de son derece düzgün bir insan profili çizen Angie, bence 1 numaralı koltuğa çok yakıştı. Ne diyelim? Başarıları daim olsun.

6 Eylül 2016

Nadal'ın İrtifa Kaybı

 

 Rafael Nadal, 2015'in ardından bu sezonu da Grand Slam kazanamadan geçirdi. Hatta kazanamamak şöyle dursun, 2016 yılında katıldığı majör turnuvaların hiçbirinde çeyrek finali göremedi İspanyol raket. İstatistiklerin vahameti bir tarafa, özellikle maçın sondan bir önceki puanında ön korttayken fileye taktığı forehand, Rafa'nın oyun seviyesindeki dramatik düşüşün son derece çarpıcı bir yansıması olarak üzerine çokça konuşulabilecek cinsten.

 Nadal'ın elenişinde Lucas Pouille'un cesur oyunu ve müthiş performansını göz ardı edemeyiz elbette. Ancak İspanyol tenisçinin Pouille ve benzeri oyunculara karşı geçmişte ne kadar rahat maçlar kazandığını da unutmamak lazım. Rafa, dört-beş yıl önce olsa böyle bir rakibi önce olağanüstü savunması ve passing shot'larıyla tamamen yıldırır, sonra da ele geçirdiği mental üstünlükle zorlanmadan yenerdi. Ne var ki o Nadal'ın yerinde artık yeller esiyor. Eskiden çok basitmiş gibi göstererek bolca winner ürettiği passing shot'ları, son iki yıldır ya fileye takılıyor ya da dışarı gidiyor. Hâl böyle olunca da bir zamanlar zorlanmadan yendiği isimler, kendisine karşı daha özgüvenli oynamaya ve hatta kazanmaya başlıyor. 

 Velhasıl Rafa'nın şaşaalı günlerini mumla aratan son dönemlerdeki düşük performansı formdan ziyade tenis seviyesindeki düşüşle ilintili. Tekniği büyük oranda fizik güç üzerine kurulu olan İspanyol tenisçinin turda rekabet ettiği diğer oyunculardan daha erken tükenmeye başlayacağı, bu satırların yazarı dahil pek çok kişinin öne sürdüğü bir tezdi ki Nadal cephesinde son iki yılda olan biten de bu olsa gerek.

 Şimdi akıllardaki soru şu: Toprağın ağası, yeniden Grand Slam kazanabilecek mi? Greg Rusedski, bu soruya tamamen menfi yönde bir yanıt vermiş olsa da ben kendi payıma Nadal gibi büyük bir oyuncu için böylesi bir iddiada bulunamam. Ancak şu kesin ki halihazırdaki seviyesiyle slam kazanma şansı, geçmiş yıllardakinden daha az. Hatta bu konuda tıpkı Roger Federer örneğinde olduğu gibi belli ölçüde şansa ihtiyacı olduğunu da söyleyebiliriz.

1 Eylül 2016

Arthur Ashe'te Bir Gurur Vesikası


 Geçtiğimiz hafta katıldığı Connecticut Açık sırasında enteresan bir demeci basına yansımıştı Petra Kvitova'nın. Herkes gibi dört saat çalışmasına gerek olmadığını, raketi bir saat tutsa kendisine yeteceğini söyleyen Çek tenisçi, aslında bu sözleriyle sahip olduğu potansiyele rağmen niçin daha büyük başarılar elde edemediğini de bizzat kendi ağzından açıklıyordu. Zeki ama çalışmayan öğrenci modelinin tenis versiyonu olan Kvitova'nın dünkü rakibiyse azmin nelere kadir olduğunu bu yıl bize çokça gösteren milli gururumuz Çağla Büyükakçay'dı.

 Yeteneğe ihanet söz konusu olduğunda kadın tenisinin Marat Safin'i olarak niteleyebileceğimiz Kvitova'nın korttaki en büyük problemi, atıl yapısının daha da belirginleştirdiği istikrarsızlığıydı ki bu da Çağla'nın formda görüntüsüyle birleştiğinde ortaya kazanma ümidimizin ciddi oranda olduğu bir maç çıkıyordu. Nitekim korttaki mücadele de bu tezi doğrular nitelikte oldu. Çağla, rakibini maç içinde birçok defa sıkıntılı duruma sokarak çok iyi bir mücadele örneği sergiledi. Ancak kabul etmek gerekir ki Kvitova, her ne kadar kariyerinin en parlak günlerini geçirmese de farklı bir seviyenin oyuncusu. Kritik puanları oynayabilme ve oyuna hükmedebilme noktasında oldukça hünerli ellere sahip ki dünkü maçın sonucunu belirleyen unsurlar da tam olarak bunlardı.

 Sonuç ne olursa olsun iki Wimbledon şampiyonluğu bulunan bir rakete karşı Arthur Ashe Merkez Kortu'nda başa baş oynayabilmek, bu ülke ölçeğinde değerlendirildiğinde devasa bir başarı. Bu yüzden Çağla'ya ne kadar teşekkür etsek az.

19 Ağustos 2016

"Bu Bir Tenis Maçıdır"



 Rio 2016’daki tenis maçları sırasında sandalye hakemlerinden sıklıkla işitmek zorunda kaldığımız uyarılar, tenis seyircisinin nereye gittiğiyle ilgili bir kez daha derin düşüncelere sevk etti bu spora gönül vermiş insanları. Sırf başlıktaki ifade bile son derece çarpıcı belki ama devamında söylenen cümle, yaşanan sorunun temeline işaret etmesi açısından daha büyük önem arz ediyor: “Lütfen her iki oyuncuya da adil ve saygılı olun.”

 Tenis seyircisinin önemli bir bölümü bir süredir kortta ter döken oyunculara karşı maalesef adil davranmıyor. Grand Slam turnuvaları başta olmak üzere dünyadaki belli başlı tenis organizasyonlarında tribünü dolduran izleyicilerin hiç de azımsanmayacak bir kısmı, kortta olan biteni tenis bilgisi ve adabından uzak bir şekilde, gözü kör bir fanatizmle takip ediyor. Öyle ki desteklediği oyuncunun rakibi ilk servisi fileye taktığında tuttuğu tenisçi puan kazanmış gibi sevinen ya da ralli devam ettiği esnada puanın bittiğini zannedip oyuna müdahil olan bu güruha artık sadece Davis ve Fed Cup'ta değil, hemen her turnuvada rastlıyoruz.

 İşin daha can sıkıcı tarafıysa tenisin genetiğine son derece aykırı olan bu aşırılıkların kimi zaman milli duygular bahane edilerek normalleştirilmeye çalışılması. Turnuvanın düzenlendiği ülkeden bir oyuncu korta çıktığında tribündekilerin o ismi desteklemesi kabul edilebilir bir durum olsa da iş, masumane bir destek boyutundan çıkıp diğer oyuncuyu sabote etmeye kadar vardığında gerçekten sinir bozucu bir hâl alıyor.

 Tenisin en prestijli turnuvası olarak kabul gören Wimbledon’da ev sahibi oyuncuların ne kadar kayrıldığı Andy Murray vesilesiyle herkesin malumu. Fakat geçtiğimiz yıl Serena Williams’ın Heather Watson’ı elediği karşılaşmada İngilizler işin dozunu o kadar kaçırmıştı ki Serena, seyirciyi hakeme şikayet etmek zorunda kalmıştı. Bunun üzerine seyircinin yuhalamalarından nasibini alan Birleşik Amerikalı yıldız, maçın ardından düzenlediği basın toplantısında Wimbledon’da daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmadığını söylemişti. Benzer şekilde Madrid Masters'ta da İspanyol tenisçilerin maçları sırasında sergilenen tavır, son yıllarda hem oyuncular hem de tenisseverler nezdinde büyük bir tepkiyle karşılanıyor.

 Madalyonun öbür yüzündeyse oyunu izlemeye gelen seyircinin aktif olabilmesi gerektiğini savunan ve bunu söylerken de tenisi “elit sporu” olarak iğneleyen bir kesim mevcut. Fakat buradaki mesele, elitizmden ziyade korta çıkıp efor sarf eden bir sporcuya saygı gösterme meselesi. Yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere tenis izleyicisinin tribündeki davranışlarıyla alakalı sorunlar artık münferit olmaktan çıkmış vaziyette. Dolayısıyla hem bu sporun kültürüne hem de oynanan oyunun adilliğine zarar veren bu aşırılıklara karşı derhal önleyici tedbirler alınması gerekiyor. Aksi halde tenis, kendini varoluşsal krizlerin içinde bulacakmış gibi gözüküyor.

12 Ağustos 2016

Bu Ne Hâl Marsel İlhan?


 Açıkçası sade bir tenissever olarak bugüne dek hep desteklediğim, saygı duyduğum bir sporcuydu Marsel İlhan. Zaten aksi de pek mümkün değil gibi geliyor bana. Zira bu memlekette yaşayıp tenisle ilgileniyorsanız bu adama ve başardıklarına nasıl sempati duymayacaksınız ki? Ne var ki işin biraz içine girip yeni şeyler öğrendikçe insanlar hakkındaki fikirleriniz değişebiliyor. Benim Marsel konusunda son dönemde yaşadığım eksen kaymasının altında da biraz bu yatıyor.
 
 İsterseniz Marsel’in son dönemlerdeki fecaat performansından başlayalım anlatmaya. Son 12 maçta elde ettiği galibiyet sayısı yalnızca bir olan milli tenisçi, katıldığı son 11 turnuvanın tamamına ilk turda veda etti. Her elenişinin ardından da “trending topic” oldu, sosyal medyada artık hemen herkesin alay ettiği bir isim haline geldi. Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki popüler mizah sitesi Zaytung bile kendisiyle ilgili haber yazdı. Kısacası Marsel, kendisini rezil etti.

 Kendisini rezil etti diyorum çünkü Marsel, bir süredir amiyane tabirle laf olsun diye tenis oynuyor bana kalırsa. Profesyonellikle arasının alerji boyutunda olduğu söylenen Marsel’in uzun bir süredir antrenörü de yok. Ancak daha vahim başka söylentiler de var. İddia o ki geçtiğimiz yıl kendisini adeta küllerinden doğuran koçuyla yollarını ayırmasının gerekçesi antrenman temposunun yoğunluğu imiş.

 Marsel için şu anda teniste başarılı olmasını sağlayacak hiçbir motivasyon kaynağı yok gibi görünüyor. Yukarıda da belirttiğim gibi profesyonellik kavramının çok uzağında geziniyor, mesai saatlerinden hoşlanmıyor. İşin kötüsü, federasyonun sporcusu olduğu için turnuvalardan kazandığı para da kendisine kalıyor. Sakın yanlış anlaşılmasın, kazandığı parada gözüm yok elbette. Bilakis Allah daha çok versin. Fakat demem o ki para dahi motivasyon sağlayacak bir unsur değil kendisi için.

 Son tahlilde Türk tenisi açısından son derece sıkıntılı bir tabloyla karşı karşıyayız. Hal böyleyken Marsel nasıl toparlanır ya da toparlanabilir mi, bilmiyorum. Biz Türk tenisseverler olarak kendisinin hep iyi yerlerde olmasını arzu ederiz. Fakat bunun için bizden önce kendisinin bir şeyleri istemesi gerekiyor. 

1 Ağustos 2016

WTA'yı Kim Kurtaracak?

 Avustralya Açık ve Roland Garros’la birlikte bu yıl nur topu gibi iki slam şampiyonumuz daha oldu. 2010 yılından günümüze kadarki süreci incelediğimiz zaman Grand Slam şampiyonları listesine kadınlardan dokuz ismin daha eklendiğini ve bu isimlerin sadece üçünün bu başarıyı tekrar edebildiğini görüyoruz. Bu manzara da aslında bize yıllardır tartışılan kadın tenisinin hâl-i pür melâlini yansıtıyor. Son zamanlarda kalite ve istikrarı neredeyse hiç bir arada göremediğimiz WTA Turu'nda artık amiyane tabirle önüne gelenin majör turnuva kazandığına şahit oluyoruz.

 Kadınlar tenisindeki bu içler acısı hâlin daha çok göze batmasında önemli bir etken de hiç kuşkusuz erkek meslektaşlarının olağanüstü başarısı. Ancak tarihte eşi benzeri görülmemiş ve bir daha da görülmesi zor olan bu ATP neslini WTA Turu'yla karşılaştırmak da pek adil gelmiyor bana. Bu yüzden kadın tenisini daha ziyade kendi içinde değerlendirmekten yanayım.

 Son yıllarda kadınlar turunda yaşanan istikrarlı istikrarsızlıkların temelinde ilk paragrafın sonunda yazdığım gerekçeler yatıyor. Hem kaliteli hem de istikrarlı tenis oynayabilen oyuncu sayısı o kadar az ki her büyük turnuvanın yeni bir şampiyon çıkarması artık vakayıadiyeden oldu. 30. yaş gününe birkaç hafta kala Roland Garros'ta kariyerinin ilk Grand Slam'ini elde eden Francesca Schiavone, 28 yaşında aynı başarıyı Wimbledon'da elde edip hemen ardından emekliliğini açıklayan Marion Bartoli ve 33'ündeyken giderayak Amerika Açık'ı kazanıp bu isimlere katılan Flavia Pennetta bu durumun en çarpıcı örnekleri olarak karşımızda duruyor.

 Halbuki çok değil, 10 yıl öncesine gittiğimiz zaman kalite ve istikrar anlamında erkek turunu bile kıskandıran bir WTA Turu vardı karşımızda. Williams kardeşler, Justine Henin, Kim Clijsters, Martina Hingis, Maria Sharapova, Lindsay Davenport ve Amelie Mauresmo bir çırpıda sayabileceğim isimler. Elena Dementieva gibi her ne kadar slam kupası kaldıramamış olsa da kalitesi asla tartışılmayacak oyuncular da cabası. Peki şu anki WTA, bu kalibrede kaç kadın tenisçiye sahip? Serena, meldonyum yüzünden kariyeri berbat olmayana kadar Sharapova, e hadi bir de geçtiğimiz haftalarda hamileliğini açıklayan Victoria Azarenka olsun. Gördüğünüz gibi ancak üç…

 Oyuncu kadrosunun çok daha vasıflı olduğu o yıllarda dahi sürpriz slam şampiyonları çıkabiliyordu kadın tenisinde. Mesela 2004 Fransa Açık galibi Anastasia Myskina bunun bir örneğidir. Olaya bu açıdan yaklaştığınız vakit şu an yaşanan enflasyon hiç de garip gelmiyor. Bu noktadaki asıl sorunsa bayrağı çoktan devralmış olmaları gereken ama ortam son derece müsait olduğu hâlde bir türlü beklenen çıkışı yapamayan genç oyuncularda aslında. 

 Yıllardır kadın tenisinin geleceği olarak bir sürü isim atıldı ortaya ama ne var ki bunlardan bir tanesi bile kayda değer bir başarının altına imzasını koyamadı şimdiye dek. Bunun da nedeni, sözü edilen oyuncuların hiçbirinin kendileri için yaratılan beklentileri karşılayabilecek donanıma sahip olmaması. 

 Tenis dünyasının düştüğü temel bir yanılgı var son dönemde: hasbelkader parlayan bir tenisçiye hemen "geleceğin yıldızı" etiketini yapıştırmak. Oysa yıldızlık, çok zor ulaşılabilecek bir seviye. Kariyerinin emekleme dönemindeki bir isme böyle yakıştırmalar yapmak, hem işbu oyuncuya yapılmış büyük bir haksızlık hem de çalışıp didinerek gerçekten yıldız olmayı başarabilmiş tenisçilerin yaptıkları işleri çok hafife almaktır.

 Son tahlilde bugünün kadınlar tenisindeki en temel problem alttan hakiki yıldız adaylarının çıkmıyor olmasıdır. Genç yıldızlar bayrağı devralmadıkça da sanırım daha uzun yıllar boyunca kadın tenisindeki istikrarsızlığı konuşmaya devam edeceğiz.

5 Temmuz 2016

Nerede O Eski WTA?



 Bir Ramazan klasiğidir aslında başlıktaki soru. Her ne kadar nostaljik bir hava ihtiva etse de içi boşaltılmışlığa olan bir tepkinin ifadesidir aslında. Tıpkı bayramlar gibi içi boşalan daha o kadar çok şey var ki işte onlardan biri de bu yazının konusu. Başlıktan kopya çektiğiniz iyi oldu, WTA Turu'ndan bahsediyorum.

 Malumunuz bu yıl nur topu gibi iki Grand Slam şampiyonumuz daha oldu. Bu seneki yarı finalistlerinin üçü eski bir slam şampiyonu olan Wimbledon'da ise serinin devam etmesi zor görünüyor. Fakat gelgelelim geriye kalan o bir oyuncu, burada son dörde kalarak öyle tuhaf bir başarının altına imza attı ki bize de başlıktaki soruyu bir kez daha sormak kaldı.

 Kahramanımız Elena Vesnina, bugün yazdığımız haberden de hatırlayacağınız üzere 29 yaşında kariyerinde ilk defa bir majör turnuvada çeyrek final ve ötesini gördü. Ancak tuhaf olan bu değil elbette. Aynı oyuncu sezon başında katıldığı Avustralya Açık'ta elemelerin ilk turunu geçememişti. Velhasılıkelam altı ayda önce dibi, sonra da kariyer zirvesini gördü Rus tenisçi. Alın size kadınlar tenisinin tek bir örnek üzerinden hali pür melali.

 İlk slam'ini kazandıktan sonra öteki büyük turnuvada sırra kadem basan Garbine Muguruza kabilinden arkadaşları artık saymıyorum zira onlar vakayıadiyeden oldular. Kalitenin ve dolayısıyla hiyerarşinin olmadığı yerde şekil A'da görüldüğü üzere herkes bir şeyler başarabiliyor.

 Şu an sadece Serena Williams'ın eline bakan kadın tenisinin kendisi yarın bir gün emekliye ayrıldığında ne hâllere düşebileceğiniyse varın siz hesap edin. Ben kendi payıma "Nerede o eski kadın tenisçiler ?" diyerek bahsi kapatıyorum. Cümleten hayırlı bayramlar...

8 Haziran 2016

ITF'nin Sharapova Kararı ve Bundan Sonrası


 ITF, beklenen kararını nihayet açıkladı ve Sharapova'ya yasaklı madde kullanımından iki yıl ceza verdi. Bu karar bize Maria'nın söz konusu maddeyi performans arttırma amacıyla kasıtlı olarak kullanmadığını söylüyor ki bu, beni ve diğer tüm Sharapova hayranlarını rahatlatan nokta. Öte yandan Masha'nın en üst limitten cezalandırıldığını anlıyoruz ki bu da işin üzücü kısmı.

 Kararın adil olduğunu söylemek güç olsa da CAS yolu açık. Masha da doğal olarak itiraz hakkını kullanacak ve hukuki yoldan gerekli tüm mücadeleyi verecektir. Bizi ilgilendiren kısım ise bundan sonra ne olacağı.

 Bir defa hemen emeklilik tellallığına başlayanlara aldırış etmemek lazım. Zira bu kimseler senelerdir Federer'e de tenisi bırakması gerektiğini salık veriyorlar. Maria, malum olay gün yüzüne çıktıktan sonra da çalışmalarını hiç aksatmadan sürdürdü. Kariyerini de kesinlikle bu şekilde bitirmek istemeyecektir. Ancak şu var ki iki yıl gerçekten çok uzun bir süre. Buna dayanıp dayanamayacağını zaman gösterecek.

 Yaşı üzerinden yapılan yorumlaraysa katılmıyorum. Mahkemenin kendisi için öngördüğü dönüş tarihinde 30'unda olacak ki bu, hiç de geçkin bir yaş değil. Sakatlık problemi yaşamadığı müddetçe 
pekala üst seviyede mücadele edebilir. Hele ki WTA Turu şu hâldeyken...

 Evet, Masha'nın işi kolay değil. Fakat unutmamak gerekir ki Mayıs 2009'da kortlara döndüğünde de işi en az şimdiki kadar zordu. Tenisle yeni ilgilenmeye başlayanlar belki bilmez ama omuz sakatlığının ardından yaptığı geri dönüşte maç başına 20 çift hata ve 60 basit hatayla oynuyordu Sharapova. Üstelik geri dönerken de büyük bir risk almıştı. Zira omzu hâlâ tam olarak iyileşmemişti. Tüm bunlara rağmen yeniden Grand Slam kazanıp 1 numaraya yükselmeyi başarmıştı Rus yıldız. 

 Umarım CAS sürecinin ardından ceza makul bir seviyeye iner ve en yakın zamanda yeniden kortlarda görürüz Maria'yı. Kendisi, ne kadar büyük bir şampiyon olduğunu bugüne kadar birçok kez kanıtladı, bir kez daha ispatlamak için de elinden geleni yapacaktır.

4 Haziran 2016

Tenis Değil, Danışıklı Kör Dövüşü!

  

 Serena Williams'ın Roland Garros'ta dün ve bugün oynadığı maçları en iyi yukarıdaki başlık özetliyor. İki gündür kortta öyle bir görüntü sergiledi ki sanki birileri kendisini kolundan tutup zorla maça getirmiş gibiydi. Bırakın koşmayı, yürümeye bile mecali olmayan Birleşik Amerikalı, devamlı ağlamaklı görünen yüz ifadesiyle iki maçı da dramaya çevirdi. Hatırlarsanız aynı tavırları İstanbul'un ev sahipliği yaptığı 2013 yılındaki WTA Championships sırasında da bizzat gözümüzün önünde sergilemişti.

 Bir sporcunun, hele hele Serena Williams gibi başarılarıyla bu sporun tarihine geçmiş bir ismin böyle şımarıkça davranmaya hakkı yok. Bu, en başta oyuna, sonra da seyirciye yapılmış bir saygısızlıktır. Serena'nın ne kadar büyük bir tenisçi olduğunun ve devasa kariyerinin herkes farkında. Ancak bunlar kendisine dilediği gibi davranma hakkı vermiyor maalesef. Bu noktada iğneyi biraz da tenis kamuoyuna batırmak lazım. Çünkü onlar da bunun gibi asıl kritik edilmesi gereken mevzular dururken abuk sabuk ve asla eleştiri konusu olamayacak konular üzerinden yürütüyor karakter tartışmasını.

 İşin tenis boyutuna gelirsek korttaki oyunla ilgili söylenecek pek bir şey yok. Serena bu kadar kötüyken bile finale çıkıyorsa bunu büyük oranda kendisinden çok daha kötü olan rakiplerine borçlu. Sahi bu oyuncular, bugün kendi attığı kısa topu takip bile etmeyen, dün de bir sete 24 basit hata sığdıran bir Serena'yı da yenemiyorlarsa kimi yenip atılım yapmayı planlıyorlar acaba? Bunlar mıdır kadın tenisinin geleceği?

 Senelerdir birçok isim zikredildi genç yetenek olarak. Ne var ki saman alevi gibi parlayıp sönen birkaç oyuncuyu saymazsak içlerinden hiçbiri kayda değer bir başarı elde edemedi. Bunda da şaşılacak bir şey yok aslında. Zira bu oyuncuların hiçbiri kendileri için yaratılan beklentileri karşılayabilecek düzeyde değil. Onlar o düzeyde olmadıkça da eski kurtlar daha çok ekmek yiyecekmiş gibi gözüküyor. Hoş, kim daha çok yerse yesin. Yeter ki tenis maçı diye kör dövüşü seyretmeyelim.

13 Mayıs 2016

Federer'in Alt Üst Olan Hesapları

  

 Federer sezon başında yıllık turnuva programını açıkladığında bende dahil birçok kişinin ortak kanısı çok sıkışık bir takvim hazırladığı yönündeydi. Önümüzdeki ağustos ayında 35 yaşını dolduracak bir tenisçi için böylesine yoğun geçirilmesi planlanan bir sezon oldukça riskli görünüyordu ki İsviçrelinin yaşadığı zincirleme sakatlıklar neticesinde zaten o takvim de taca çıkmış oldu. Ekselanslarının bu planlamayı yaparken neyi düşündüğünü bilmiyorum ama sene başında yaptığı hesapların alt üst olduğu artık bir gerçek.

 İlk büyük şoku Avustralya Açık'ın ardından yaşayan Federer, menisküs yırtığı sebebiyle kariyerinde ilk defa bıçak altına yattı ve oynamaktan büyük keyif aldığını bildiğimiz Rotterdam ve Dubai turnuvaları ile Indian Wells'i kaçıracağını duyurdu. Ardından takviminde bir değişikliğe giderek Miami'de kortlara geri dönmeyi denese de bu sefer de midesindeki rahatsızlık ona engel oldu. Bu periyotta yalnızca Monte Carlo'da raket sallayabilen İsviçreli tenisçi, Madrid Masters'tan da sırtındaki sakatlığın nüksetmesi nedeniyle çekilince işler iyice sarpa sardı.

 Sakatlıklarla heba olan oldukça sinir bozucu bir dönemin ardından bu hafta Roma Masters'ta yeniden görücüye çıktı efsane ama işlerin henüz rayına oturmadığı her hâlinden belliydi. Turnuvayı yerinde takip eden gazeteciler, Federer'in her an Roma'dan da çekilebileceğini aktarıyordu ki beklenen veda üçüncü turda Dominic Thiem karşısında geldi. İsviçre çikolatasının maçın ardından Roland Garros'u pas geçebileceğini ifade etmesi de hayranlarının yarasına tuz bastı.

 Aslında Federer, başka bir zamanda olsa böyle bir durumda Roma'ya hiç gelmez ve kendisini bir Grand Slam öncesinde kesinlikle riske atmazdı. Ancak üst üste kaçırdığı turnuvalar nedeniyle o kadar çok maç eksiği oluştu ki kendisi de artık bu riski almak zorunda kaldı. Nitekim Alexander Zverev'i mağlup ettiği maçın ardından yaptığı "Bugün oynamak tehlikeli bir karardı ama neyse ki bir sorun yaşamadım." şeklindeki değerlendirmesi de içinde bulunduğu durumun özeti niteliğindeydi.

 Bu saatten sonra Roger'dan Fransa Açık'ta şampiyonluğa oynamasını beklemek Pollyannacılık olur. Zaten kendisinin de son yıllarda bu turnuva için yeterince müsabık olduğunu söylemek güç. Ekselanslarının şu andan itibaren asıl hedefi, kendisini kazanma şansının en yüksek olduğu slam olan Wimbledon'a ve hâlâ içinde bir ukde olarak kalan Olimpiyat Oyunları'na en iyi şekilde hazırlamak olacaktır. Sakatlık elbette arzu edilen bir durum değil ama tenise verdiği bu zorunlu aranın onu bu hedefler konusunda daha çok iştahlandırdığını da söylemek mümkün.

5 Nisan 2016

Azarenka'ları Getirmek Kolay Değil

 
  http://tenisdunyasi.net/yazar/yunus-dilber/bu-oyuncular-kolay-gelmiyor-207

 Victoria Azarenka gibi bir ismi uluslararası seviyedeki bir turnuvaya getirmek kolay bir hadise değil. Zira sözünü ettiğimiz oyuncu, kariyerinde iki Grand Slam şampiyonluğu bulunan dünya klasmanının eski 1 numarası. Bu çaptaki bir tenisçinin de TEB BNP Paribas İstanbul Cup ayarındaki turnuvalarda oynaması için birçok şartın bir araya gelmesi gerekiyor.

 Dünya sıralamasında ilk 100'ün dışında bulunan bir raketin birincil önceliği para kazanmak olabilir. Fakat Azarenka skalasındaki oyuncular için en önemli motivasyon kaynağı para değil, başarıdır. Hatta başarıdan da ziyade Grand Slam kazanmaktır. Bu hedefe ulaşıldığında da maddi beklentiler zaten fazlasıyla karşılanmış olacaktır.

 Önceliğini slam şampiyonluğu olarak belirlemiş bir raketin sezonluk takviminde de ağırlık, yüksek profilli turnuvalardadır. Zira rekabetin içinde kalarak Grand Slamler öncesinde kendilerini en iyi test etme imkanı bulacakları yerler bu organizasyonlardır. Aksi halde küçük çaplı turnuvalarla şişirilen bir takvim, yorgunluk ve dolayısıyla asıl test niteliği taşıyan turnuvalarda istenilen performansın gösterilememesine yol açacaktır. Geçen yıl İstanbul Açık'ta şampiyonluğa ulaşıp ayağının tozuyla gittiği Madrid Masters'a ilk maçında veda eden Federer bu durumun en güzel örneği.  

 Azarenka'nın  TEB BNP Paribas İstanbul Cup'tan çekilme kararına yukarıdaki yazdıklarım çerçevesinden bakmak lazım. Vika organizatörlere söz verdiği tarihlerde muhtemelen son haftalarda gösterdiği performansı kendisi de öngörmüyordu. Ancak Indian Wells şampiyonluğuyla yeniden ilk 10'a dönmesi ve akabinde Miami'de aldığı sonuçlar, Belaruslu tenisçinin fikrini değiştirmesi için gayet yeterli sebepler. 
 
 Son tahlilde beklentileri çok da yüksek tutmamamız lazım. Vika gibi yıldız isimleri getirmek için gerekli çalışmalar tabii ki yapılacaktır ve yapılmalıdır. Ancak olumsuz bir sonuç hâlinde de oturup karalar bağlamanın bir anlamı yok. 

17 Mart 2016

Djokovicgillerin Çiğ Üslubu


 http://tenisdunyasi.net/yazar/yunus-dilber/bunlara-ne-gerek-var--205

 Bugün bana tenis dünyasının en itici figürleri kimdir diye sorsanız sayacağım isimler  arasında Djokovic'in babası Srdjan ve antrenörü Boris Becker kesinlikle ilk sıralarda yer alacaktır. Bu konuda yalnız olmadığıma da eminim. Zira bu ikilinin bugüne kadar yaptığı bir yığın fütursuzca açıklama, taraflı tarafsız herkesin kendilerine ve dolaylı olarak da Djokovic'e antipatiyle bakmasına sebebiyet veriyor.

 Son olarak Djokovic'in babası Srdjan, oğlunun Tanrı tarafından tenis oynaması için gönderildiğini söylemiş. Tabii ki her çocuk, onu yetiştiren anne ve babasının gözünde çok değerlidir fakat medya önünde böylesine gülünç bir demeç vermenin mantıklı bir açıklaması olabilir mi? İş sadece bununla kalsa gene iyi. Hem Srdjan hem de Becker neredeyse her iki lafın birinde Djokovic'in en büyük iki rakibi Federer ve Nadal hakkında atıp tutmaktan da geri kalmıyor ki ben de dahil birçok tenisseveri en çok rahatsız eden şey de bu.

 Ekibinde yer alan insanların yaptığı densizlikler yüzünden Novak'ı suçlayacak değiliz elbette. Sonuçta Nole'nin yaşça kendisinden büyük bu iki insanın ağzına kilit vuracak hâli yok. Kaldı ki bu açıklamaların en çok onu rahatsız ettiğine de bahse girerim. Öyle olmasaydı daha evvel yine babasının söylediği bazı sözler yüzünden özür dilemezdi.

 Benim anlamadığım, bu insanların neden bu tip açıklamalara ihtiyaç duydukları. Djokovic, şu an erkekler tenisinin 1 numaralı ismi  konumunda ve hak ettiği övgüleri de sonuna kadar alıyor. Nole'nin ne kadar büyük bir tenisçi olduğundan aklı başında olan hiç kimsenin şüphe duyduğunu da zannetmiyorum. E öyleyse bu polemik üslubunun sebebi ne? Devamlı Federer ve Nadal hakkında "CeHaPe zihniyeti" kabilinden yakıştırmalar yapmak bu insanlara tenis dünyasının gözünde itici görünmekten başka ne kazandırıyor?

 Çok lüzumsuz işler gerçekten bunlar. Dünya 1 numarasının ekibindeki insanların haletiruhiyesi buysa daha düşük profilli tenisçilerin ailelerini ve koçlarını artık siz düşünün. Bir tenisçi eğer başarılıysa zaten hak ettiği değeri görür, bunun için ailenin ya da antrenörün ekstra bir çaba sarf etmesine gerek yok. Öbür türlü peynir gemisi zaten 
lafla yürütülmüyor.

7 Şubat 2016

Tomic'e Gelince Var, Türk'e Gelince Yok!


 Günümüz Türkiye'sinde spor federasyonlarının neredeyse tamamı lafta özerk. Bir süredir hepsi Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı birer müdürlük konumunda. Hâl böyle olunca, yani siyaset sporu tam anlamıyla ele geçirince ülkedeki egemen zihniyetin izlerini sporda da görmek kaçınılmaz hâle geliyor. Bernard Tomic'i Türk vatandaşlığına geçirme girişimlerine de bu açıdan bakmak lazım.

 Bir defa Tomic olayı, eğer gerçekse, bir devşirme meselesi değil. Bir sporcuya devşirme diyebilmek için vatandaşlığına geçtiği ülkenin onun üzerinde ciddi bir emeğinin olması gerekir. Oysa bahsettiğimiz oyuncu 23 yaşında. Dolayısıyla bu girişim, düpedüz hazıra konmaktan başka bir şey değil. Kendi sporcularınızın bu işi ne kadar zor koşullarda yaptıkları ortadayken milyon dolarları onların gelişimine değil de el alemin hazır oyuncularına akıtmaksa en hafif tabiriyle bu ülkenin gençleriyle alay etmektir.

 Tenis aleminin yaka silktiği bir oyuncuya reva görülen milyon dolarlar her defasında bu ülkedeki binlerce genç sporcudan esirgenir. Çünkü Türk sporunun gelişimi, bu konuda yetkisi olan hiç kimsenin umurunda değil. Sporu tabana yayarak bu işi usulünce yapmak çok zahmetli bir iş. Türkiye'deki federasyonlar da sağ olsunlar bu zahmete hiç girmiyor. Onların tek derdi, her dört yılda bir bir şekilde Olimpiyat'ta başarılı olarak siyasetin gözünden düşmemek. Böylesine sağlıksız bir yapıdan da işte bu tip saçmalıklar çıkıyor.

 İşin Tomic boyutuna ne ben gireyim ne de sizin kafanız ağrısın. Son tahlilde vatandaşı olmasak eğlenceli ülke aslında bu Türkiye.

30 Ocak 2016

Angie'de Olan, Masha'da Olmayan

 
 Birbirleriyle aynı oyun tarzına sahip iki tenisçi getirelim gözümüzün önüne. Fakat bunlardan biri, diğerinden birkaç gömlek daha üstün bir raket olsun. Böyle bir durumda görece zayıf tenisçinin kazanması, ancak güçlünün kötü gününde olmasıyla mümkündür. Rafael Nadal-David Ferrer ve Serena Williams-Maria Sharapova eşleşmeleri modern teniste bu duruma verilebilecek en güzel örneklerdir.

 Şimdi de önceki iki tenisçiyle taban tabana zıt bir stile sahip başka bir oyuncu hayal edelim. Bu oyuncunun baştaki ikiliden güçlü olanını yenme şansı, zayıf olanınkinden her zaman daha fazladır çünkü rakibini bozma şansı vardır.

 Bugünkü Serena Williams-Angelique Kerber finalinde de ikinci senaryonun yaşandığını gördük. Pek ışıltılı bir tenisi olmayan Kerber'in oyunundaki en önemli özelliği hiç şüphesiz sağlam geri çizgi oyunu. İşte o oyun, bugün Serena'yı mat etmesine yetti. Serena'nın hemen her vuruşunu geri püskürten Kerber, rakibini her defasında fazladan bir vuruşa zorladı. Bu da Birleşik Amerikalının basit hata sayısını şişirdi. 

 Şimdi size bir soru: Kerber mi daha iyi tenisçi, yoksa Sharapova mı? Kariyerleri itibarı ile bu kıyaslama son derece abes. Peki nasıl oldu da Masha'nın 12 senedir yapamadığını bugün Angie başardı? Çünkü bu durumun oyuncuların kariyerleriyle hiçbir alakası yok. İşin sırrı, yukarıda anlattığımız gibi oyun tarzlarında saklı. Serena, Sharapova'nın oyun stilinin dünya üzerindeki bir numaralı uygulayıcısı ve oyunun her departmanında ondan daha üstün. Oysa Kerber'in Serena'yı bozabilecek silahları var.

 Kerber'in bugünkü zaferiyle kadınlarda yeni bir Grand Slam şampiyonu daha çıktı. An itibarı ile WTA'nın ilk 10'unda bulunan oyuncuların hepsi kariyerinde en az bir defa majör turnuva finali oynamış durumda. İlk 20'deyse bu sayı 15'i buluyor. Eskiden slam turnuvalarında final oynamak ya da şampiyon olmak bir ayrıcalıktı, şimdiyse görüldüğü gibi gayet sıradan başarılar. Öyle ki artık bir kadın tenisçinin Grand Slam kazanmış olması bile onun hakkında iyi yorumlar yapmamız için yeterli olmuyor. Bu noktada Kerber'in hangi kategoriye gireceğini ise zaman gösterecek.

10 Ocak 2016

Grigor Dimitrov'da Yanıldınız Çünkü...

  
 Geleceğin Roger Federer'i deniliyordu, erkekler tenisinin yeni kazanovası oldu. Evet, Grigor Dimitrov'dan bahsediyorum. Vaktiyle kendisinden olmayacak beklentiler içine girenler şimdilerdeyse büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Oysa bu yanılgıya düşmemek için Bulgar tenisçinin kariyerinin ilk yıllarına göz gezdirmek yeterliydi.

 Dimitrov hakkındaki "geleceğin yıldızı" temalı yorumlar, 2013 yılındaki Madrid Masters'ta Novak Djokovic'i yendiği maçın ardından yüksek sesle dillendirilmeye başladı. O galibiyet, hiç kuşkusuz kariyerinin o zamana kadarki en büyük zaferiydi. Fakat genç oyuncunun turun elit raketlerine karşı çıkardığı ilk başarılı maç bu değildi. Nitekim 2009'da henüz 17 yaşındayken Rafael Nadal'ı final setine zorladığında da kendisi için benzer yorumlar yapılıyordu. Peki aradan geçen dört yılda n'oldu? Söz gelimi, gelecekte büyük yıldız olacağı iddia edilen bir ismin bu kadar uzun bir sürede katettiği mesafe hasbelkader Djokovic'i yenmesi mi olmalıydı?

 Bu noktada tenis kamuoyunun düştüğü en büyük hata, sadece maç sonuçları üzerinden bir oyuncunun geleceğini tayin etmeye çalışmalarıydı. Halbuki bu tip projeksiyonlar çizilirken dikkat edilmesi gereken husus, söz konusu oyuncunun kimleri yendiği değil, ne oynadığıdır. Bir tenisçi eğer ileride gerçekten bir yıldıza dönüşecekse öncelikle buna riayet eden bir oyuna sahip olmalıdır.

 İşin kötü yanı şu ki tenisçilerin oyun karakterlerinin de çoğu zaman yanlış değerlendirildiğine şahit oluyoruz. Örneğin bir oyuncunun fileye sıklıkla gelmesi ya da maç içinde farklı vuruşlar denemesi onun teknik kapasitesinin yüksek olduğunu göstermiyor. Burada mühim olan, yapılan vuruşların kalitesidir. Bir kısa top alelade kullanıldığında değil, fileye yakın düşüp alçak sektiğinde etkili bir silahtır. Aynı şekilde rakibin rahatlıkla passing-shot üretebilmesine imkan sunan bir volenin de hiçbir kıymeti yoktur.

 Kısacası bir tenisçinin ileride neler yapabileceğini öngörebilmek için önce tenisin dinamiklerini iyi bilmek gerekiyor. Yoksa Grigor ya da onun WTA şubesi olan Eugenie Bouchard'da olduğu gibi yanılma payınız çok fazla.

6 Ocak 2016

Federer Yeniden İstanbul'a Gelir Mi?


 Fransız welovetennis.fr sitesi Federer'in bu yıl da İstanbul'da oynayacağına dair bir iddia ortaya attı. Sosyal medyada da Türk tenisseverler devamlı birbirlerine Federer'in yeniden Türkiye'ye gelip gelmeyeceğini soruyor. Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle İsviçrelinin İstanbul'a yeniden gelmesi için bir sebep olup olmadığına bakmak lazım. 

 Şahsen Federer'in İstanbul Açık'a geçen yılki iştirakini da bir hayli yadırgamış ve anlamlandıramamıştım. Zira Federer seviyesindeki bir oyuncunun o hafta olması gereken yerin İstanbul değil, Madrid olması gerektiğini düşünüyordum. Ancak ister paranın cazibesinden deyin, isterseniz de Ekselans'ın egzotik tutkularından, büyük efsaneyi canlı izleme fırsatı ayağımıza kadar gelmişti geçen yıl.

 Federer'in geçen sene İstanbul'a gelmesini sağlayan çok önemli bir detay vardı, o da sezon başında açıkladığı turnuva takviminde 250 puan değerinde yalnızca bir turnuvanın yer alıyor oluşuydu. ATP, klasman puanlarını hesaplarken 250'lik turnuvalar için en iyi iki neticeyi baz aldığından Ekselans da ikinci tercihini İstanbul'dan yana kullanmıştı. Ancak bu yıl durum maalesef öyle değil. Federer geçtiğimiz haftalarda açıkladığı turnuva takvimine zaten iki adet 250 puanlık turnuva koymuş durumda. Ha üçüncüyü oynayamaz mı derseniz elbette oynayabilir, böyle bir hakkı var. Ancak bu durumda turnuvalardan biri puan açısından boşa oynanmış olur. Zaten Federer gibi turun elit raketleri de maç eksiği ya da benzer bir durum olmadıkça ikiden fazla 250'lik turnuvada oynamaz.

 Son tahlilde İsviçreli efsanenin bu yıl İstanbul'a gelmesi kendisi açısından oldukça absürt bir karar olur. Yine de Fedex'in bizleri son dönemde fazlasıyla şaşırttığını göz önüne alırsak imkansız diye bir şey yok.