20 Kasım 2018

İstanbul Cup Kaderine Terk Edilemez


 ATP Turu'nun geçtiğimiz günlerde açıklanan 2019 takviminde dört yıldan bu yana düzenlenmekte olan İstanbul Açık'ın yer almadığını gördük. Turnuva, normalde Münih ve Estoril'deki 250'liklerle aynı hafta oynanırdı. Ancak gelecek sezon için hazırlanan takvimdeki ilgili haftaya baktığımızda İstanbul'un yerinde TBD (to be determined) yani "Daha sonra karar verilecek" ibaresi karşımıza çıkıyor.

 Takvimden anladığımız kadarıyla o hafta İstanbul Açık'ın yerini başka bir turnuvanın mı alacağı, alacaksa da bunun hangi turnuva olacağı henüz belli değil. Ancak İstanbul Açık'a ait tüm sosyal medya hesaplarının kaldırılmasına bakarsak bizim turnuva artık tarih olmuş gibi görünüyor. Bu da Roger Federer'in geldiği ilk yıl hariç bomboş tribünlere oynanan bir turnuva için hiç de şaşırtıcı bir son değil. Çünkü seyirci yoksa sponsor kaçar. Dolar kurunun arşa çıktığı bir zamanda da sponsorlar olmadan bir turnuvayı finanse edebilmenizin mümkünatı yok.

 Bu noktada beni asıl kaygılandıran mevzu ise lisansörü İstanbul Açık'la aynı olan İstanbul Cup'ın geleceği. İki turnuvanın da lisans hakkını elinde bulunduran Garanti Koza, inşaat alanında faaliyet gösteren bir şirket. Bizzat mevcut iktidar tarafından şişirilen inşaat balonunun bugün nasıl patladığı ise herkesin malumu. Dolayısıyla şimdilik bir sorun yokmuş gibi gözükse de İstanbul Cup da ciddi bir tehdit altındadır ki maazallah bu turnuvanın WTA takviminden çıkarılması ülke tenisi adına çok daha büyük bir faciaya neden olur.

 WTA Championships'e ev sahipliği yaptığımız üç yılı (2011-2013) saymazsak 2005'ten bu yana aralıksız olarak WTA takviminde yer alan İstanbul Cup'ın Türk tenisi için arz ettiği önem, İstanbul Açık'la kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Anastasia Myskina, Elena Dementieva, Maria Sharapova, Venus Williams, Agnieszka Radwanska ve Caroline Wozniacki gibi pek çok yıldızı ağırlayan bu turnuvanın kadın tenisinde son yıllarda yakaladığımız ivmeye olan katkısı da asla inkar edilemez. Nitekim Türk tenis tarihinin en büyük başarıları da 2016 yılında yine bu turnuvada Çağla Büyükakçay'ın teklerde, İpek Soylu'nunsa çiftlerde elde ettiği zaferlerle gelmiştir.

 Diyeceğim odur ki İstanbul Cup gibi büyük bir değerin murdar edilmesine asla seyirci kalınamaz, kalınmamalı. Gerekiyorsa başka bir firma, lisans hakkını Garanti Koza'dan devralmalı ve turnuvayı daha merkezi bir lokasyona taşımalı.

5 Kasım 2018

Rafael Nadal ile Tenisin Distopyası


 Rafael Nadal, Türkiye tarihinin ihraç edilen ilk dergisi olan Socrates'in Almanya edisyonuna verdiği röportajda dünya tenisinin geleceği adına birtakım önerilerde bulunmuş. İspanyol tenisçinin hayalindeki tenis, kendi stili göz önüne alındığı vakit hiç de şaşırtıcı değil ama oyuna dair varoluşsal bir meseleyi yeniden gündeme getirdiği için üzerinde konuşulmayı fazlasıyla hak ediyor.

 Nadal'ın "Tenis, fiziksel güçle değil, kafayla oynanmalı." şeklindeki görüşü, ilk bakışta çok haklı bir düşünce gibi duruyor. Ne var ki 17 Grand Slam şampiyonunun "fiziksel güç" ifadesiyle kastettiği şey, oyuncuların atletik özelliklerinden ziyade vuruş hızları. Yani Rafa, tenisin büyük oranda fiziksel güce dayanan bir yapıya evrilmesine değil, agresif oyun tarzına karşı çıkıyor. Öyle olmasa tenisçileri ciddi bir kondisyon gerektiren uzun rallilere teşvik etmezdi. Nitekim bunu röportajdaki bir başka cümlesinden daha net anlıyoruz.

 İspanyol raket, "Teniste ikinci servisin kaldırılması iyi bir fikir olabilir." diyerek bu defa da oyunu kökünden değiştirecek bir tavsiyeyle karşımıza çıkıyor. Teniste servis atmanın sağladığı avantajı tamamı ile yok edecek ve oyunu bir anlamda voleybola çevirecek bu değişimle ne istendiği de çok açık: Oyuncuların puanı kaybetme korkusuyla hızlı ve riskli servisler kullanmaktan kaçınmaları ve bu sayede return yapmanın daha kolay bir hâle gelmesi.

 Hülasa Nadal'ın ideallerindeki teniste risk, agresif oyun ve winner gibi bu sporu güzelleştiren unsurların hiçbirine yer yok. Tenisin mental güce dayanan bir spor olması gerektiğini savunan Rafa, defansif oyun ve uzun rallilerin geçer akçe olduğu bir boğuşmayı arzuluyor.

 Tenisin nasıl oynanması gerektiği konusunda İspanyol tenisçiyle benzer görüşlere sahip olan herkes, fikirlerinin temeline servis atmak dışında hiçbir özelliği olmayan oyuncuları ve servis-vole düşmanlığını oturtuyor. Bu noktada Ivo Karlovic gibi vuruş repertuvarında servisten başka hiçbir şey bulunmayan tenisçilerin temaşa zevkini öldürmekten başka bir işe yaramadığını söylemek lazım. Ancak servis-vole için aynı şeyi söylemek cehaletten öteye geçmez. Hele ki vuruş güçlerinin inanılmaz seviyelere ulaştığı günümüz tenisinde voleyi iyi alabilmek müthiş bir hüner gerektiriyor ve bunu başaran oyuncular da estetik açıdan büyük bir zevk veriyor.

 Kaldı ki Nadal'la aynı fikirde olanların bize sunduğu şey, Karlovicgillerden daha âlâ bir seçenek olmadığı gibi tenis adına da tam bir distopya. Çünkü tenisi asıl izlenilir kılanlar; yetenekli, inisiyatif alan ve teknik kapasitesi yüksek oyunculardır.

31 Ekim 2018

Gücünüz Tenisçilere Mi Yetiyor?


 Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın İstanbul'daki başkonsolosluk binasında vahşice katledilmesi, bir süredir spor dünyasının da en önemli gündem maddelerinden birine dönüştü. Kulağa oldukça tuhaf gelen bu durumun altında yatan nedense Novak Djokovic ve Rafael Nadal'ı 22 Aralık'ta Suudi Arabistan'ın Cidde kentinde buluşturacak olan bir gösteri maçı. Oynanacağı bir yıl öncesinden belli olan bu karşılaşmanın tam da Kaşıkçı cinayetinin yankılarının sürdüğü bir tarihe rastlaması, pek duyarlı(!) dünya basınına eşsiz bir malzeme çıkardı.

 Fırsattan istifade eden birtakım kalemşorlar de Nadal ve Djokovic'in bu maçtan çekilmeleri gerektiğini buyuran pek çok yazı döşendi. Sadece bununla kalsalar iyi, işi haysiyet cellatlığına kadar götürdüler. İşte bu rezalet yazılardan biri de bugün Ada'nın sol maskeli liberal gazetesi The Guardian'da yayımlandı.

 Kevin Mitchell imzasını taşıyan söz konusu makalede üzerinde en çok durulması gereken ifade ise başlıkta yer alıyor. Mitchell, yazısında "Nadal ve Djokovic Suudların düzenlediği gösteri maçındaki büyük resmi görmeli." başlığını kullanıyor. Yazarın "büyük resim"den kastettiği, söz konusu maçın Suudi aşiretini paklamaya hizmet edeceği ve bunun da iki tenisçinin itibarını sıfırlayacağı tezi ki zaten konuyla ilgili yazılan tüm makaleler de koro hâlinde bu iddiayı haykırıyor.

 Yazara bu noktada şunu sormak icap ediyor: Büyük olduğu iddia edilen bu resimde Suudlara milyarlarca dolarlık silah sevkiyatı yapan, Yemen'de küçücük çocukların üzerine bombalar yağdırılmasına sebep olan ve yıllardır Orta Doğu'yu kan gölüne çeviren Amerika Birleşik Devletleri nerede? Sahi, her yıl tenisin dört büyük turnuvasından birini düzenleyen bu ülkeyle ilgili de Nadal ve Djokovic'e önerebileceğiniz bir tasarruf var mı?

 İşte Batı ikiyüzlülüğü tam olarak budur. Bir yandan terör örgütlerini finanse et, diğer yandan da insan hakları ve demokrasi havarisi kesil. Yalnızca işine gelenleri yaz, gücünün yettiklerine sesini çıkar. ABD'nin Suudlardan silah karşılığı aldığı milyarlarca doları eleştirmeye maçan yemesin ama Nadal ile Djokovic'e 1 milyon dolar kazanacaklar diye "ahlaksız paragözler" demekten de geri durma.

 Son tahlilde büyük sporculuklarının yanı sıra ne kadar düzgün insan oldukları da herkesin malumu olan Nadal ve Djokovic'in bazı ikiyüzlülerden icazet alacak hâli yok. Kimse bu adamları kirli siyasetin içine sokmaya çalışmasın.

18 Ekim 2018

Türk Tenisi Konkordato İlan Etti


 Sporu içinde bulunduğu sosyopolitik konjonktürden bağımsız olarak ele alamazsınız. Bir ülkedeki hakim paradigma neyse aynısı o ülkenin sporu için de geçerlidir. En nihayetinde spor dediğiniz şey de bir mikrokozmostur, alt kümedir.

 Türkiye'de 1980'den bu yana süregelen ve mevcut iktidar döneminde de en vahşi hâline evrilen neoliberal düzenin bugün yarattığı yıkımı yaşayarak görüyoruz. Eldeki sıcak parayı üretmeye, katma değer yaratmaya değil de betona gömmek, amaçlandığı gibi bir yandaş burjuvazi yaratmış olabilir ama beraberinde de ülkeyi iflasa sürükledi.

 Bu kadar hatırlatmadan sonra Türkiye Tenis Federasyonu'nun 16 Ekim tarihinde paylaştığı "Bu hafta sonu İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere ülke genelinde Türk tenisi adına rekor sayı olan 20 ulusal turnuva düzenlenecek. Organizasyonlarda korta çıkacak toplam sporcu sayısı ise 1536 olacak." şeklindeki gönderi artık size tanıdık geliyor olmalı.

 Evet, tenisimiz de tıpkı ülke gibi inşaat, pardon, "turnuva ya Resulullah" düsturuyla yönetiliyor. Birileri tekeline aldığı turnuvalarla ceplerini doldururken onlara "Yürü ya kulum!" diyenler de koltuğunu koruyor. Memleketten tenisçi yetişmesine hiçbir katkısı olmayan bu turnuva çılgınlığını halka büyük bir işmiş gibi sunmaksa zaten en kolayı. Zira buna tav olacak yığınlar ülkemizde fazlasıyla mevcut. Yani günün sonunda herkes hâlinden memnun.

 Ha ülke tenisi mi demiştiniz? Onun vaziyeti de ekonomininkiyle aynı. Dünya klasmanının ilk 200'ünde yalnızca bir oyuncuyla temsil ediliyoruz. Bu gidişle milli tenisçilerimizden de konkordato haberleri gelmeye başlarsa şaşırmayın.

13 Ekim 2018

Nadal'ın İnsanlığı, Arda'nın Adamlığı


 Yukarıdaki fotoğraf 2014 yılındaki Madrid Masters'tan. O sıralar Atletico Madrid forması giyen Arda Turan, yaşadığı şehirde düzenlenen turnuvayı izlemeye gitmiş ve Rafael Nadal ile fotoğraf çektirmişti. İşte bu ikili, yıllar sonra eş zamanlı olarak spor kamuoyunun gündemine oturdu. Biri doğduğu şehir için yaptığı insanlıkla, öbürü ise tabancasından çıkan mermiyle.

 Nadal'ın Mallorca'da yaşanan sel felaketinin ardından süpürgeyi eline alıp temizlik çalışmalarına katılması Arda'nın silahla hastane bastığı bir döneme rastlayınca farklı bir anlam kazandı. Nitekim sosyal medyada el alem ve biz temalı bolca yorum okuduk. "Rafa'nın bu yaptığını bizim sporcular yapar mı?" diyerek cevabı belli olan bir soruyla ülke sporuna lanet okuduk. Fakat bir Allah'ın kulu da Nadal'ın kariyerine sahip olsak aynı şeyi biz yapar mıydık diye sormadı. Çünkü bunun da cevabı ilkiyle aynı: Yapmazdık.

 Yapmazdık çünkü biz; para, güç, mevki, makam, unvan gibi hayat içerisinde elde edilen kazanımlara tapılan bir ülkede büyüdük. Bizi yetiştirenler, bize sosyal statümüz ne olursa olsun herkesin en başta insan olduğu için değer görmesi gerektiğini öğretmedi. Bu yüzden de hayatın bize kazandırdığı her şeyi, insan olmanın önüne koyduk.

 Nadal ise böyle bir kültürsüzlükten gelmiyor. O, herkesin kendi haklarına sımsıkı bağlı olduğu ve bu nedenle 
şöhretin kendisine hiçbir ayrıcalık sağlamadığı bir toplumda yetişti. Buradaki hakim kanının aksine hiçbir yurttaşı, ona eline süpürge aldığı için enayi gözüyle bakmıyor.

 Velhasıl Nadal ile Arda arasındaki, eğitimliyle eğitimsizin farkı. Bu da kişisel değil, toplumsal bir mesele.

10 Ekim 2018

Erkek Tenisinin Kayıp Kuşağı


 Geçtiğimiz günlerde tenis portallarına düşen bir haber, modern tenisin yüzleşmekte olduğu en büyük sorunlardan birini yeniden gün yüzüne çıkardı. Buna göre aktif erkek tenisçiler arasında teklerde Grand Slam kazananların tamamı 30 yaşın üstünde. 141 yıllık Grand Slam tarihinde ilk kez rastlanan bu durumun manası şu: Roger Federer, Rafael Nadal ve Novak Djokovic'ten bayrağı devralacak bir nesil henüz yetişmemiş.

 Tenis dünyasının fenomen isimlerinden Marat Safin, yukarıda aktardığım vaziyeti her fırsatta "utanç" olarak nitelendiriyor ve Federer ve Nadal gibi oyuncuların hâlâ Grand Slam kazanabiliyor olmalarını genç tenisçilerin yetersizliğine bağlıyor. Elbette sözü edilen isimler, tenis tarihinin gördüğü en istisnai sporcular ve bu yüzden hangi yaşta olurlarsa olsunlar, bir büyük turnuva kazanmaları asla sürpriz sayılmaz. Ancak Safin'in yeni nesil tenisçilere yönelik eleştirilerinde ciddi bir haklılık payı olduğunu da söylemek lazım.

 Şimdiye dek gerek erkek gerekse de kadın tenisinde "geleceğin 1 numarası" etiketiyle pek çok oyuncu pazarlandı. Erkekler turu özelinde konuşacak olursak Grigor Dimitrov, Alexander Zverev ve Dominic Thiem, son dönemde bu oyuncular içerisinde en öne çıkanları. Fakat üçünün de ortak noktası, fiziksel manada çok iyi birer atlet olmalarına rağmen oyuna dair becerilerinin kendilerine atfedilen beklentiler ölçeğinde son derece eksik kalması. Tabii bir de kusursuz bir yeteneğe sahip olmasına karşın oyuna olan bakışından ötürü bunu bir türlü başarıya tahvil edemeyen Nick Kyrgiosgiller var.

 Peki bütüne bakıldığında ortaya çıkan tüm bu yetersizliklerin sebebi ne? Söz gelimi, bu gençler neden bir türlü olmuyor? İşte bu noktada Roger Federer'in babası Robert'in çok çarpıcı tespitleri var. Basına nadiren demeç veren Baba Federer bakın genç raketlerin yetiştirilme tarzıyla ilgili neler söylüyor:

 "[...] Bir çocuk sevdiği şeyi yapmalı, para için korta sürülmemeli. Tenis dünyasında çocuğunun ilerideki muhtemel başarısızlığını asla kabul etmeyecek kadar hırslı aileler var. Oysa hem kendileri hem de çocuklarına karşı dürüst olmak zorundalar. 12 yaşındaki bir çocuk haftada 14 saat tenis oynamaya zorlanıyor. Bundan keyif almaları imkansız çünkü bu, bir tür emir. Pazartesiden cumaya kadar antrenman ve hafta sonu turnuva... Bu, bana aşırı geliyor. Örneğin Roger 12 yaşındayken tenisin yanı sıra futbol da oynuyordu. 16 yaşında Avrupa beşincisiydi. Peki neden başarılı oldu? Çünkü yetenekliydi."

 Baba Federer'in sözleri, bu blogda daha evvel değindiğimiz bir gerçeğe işaret ediyor. O da şu ki henüz gelişim çağındaki bir tenisçi adayını at misali yarıştırmaya kalktığınız vakit ona en büyük kötülüğü yapıyorsunuz. Velilerin ve antrenörlerin bazen cehalet bazen de işgüzarlıklarından kaynaklanan bu tutumu nedeniyle dünyada pek çok tenisçinin geleceği göz göre göre ipotek ettiriliyor. İşte bugün yaşadığımız genç yetenek kıtlığının altında yatan en önemli nedenlerden biri de bu.

11 Eylül 2018

Martina Hingis'in Günahı Neydi?


 Cumartesi gecesi oynanan Amerika Açık tek kadınlar finalinin büyük bir rezalete dönüşmesinin tek sorumlusu Serena Williams'tı. Ne var ki bazı aklıevveller, yaşananların faturasını Serena yerine kuralları uygulamaktan başka bir şey yapmayan sandalye hakemine çıkardı. Güya çifte standarttan dert yanan bu arkadaşlar sayesinde hakemlerin temel vazifesinin tenisçilerin huyuna gitmek olduğunu öğrenmiş olduk. 

 Serena'yı savunanlar, antrenörlerin oyunculara taktik vermesinin pek çok maçta görülen sıradan bir hadise olduğunu söylüyor. Serena'ya taktik verdiğini kabul eden Patrick Mouratoglou da bu gruba dahil. Fakat söz konusu iddia pek tabii ki gerçeği yansıtmıyor. Bir an için yansıttığını düşünsek bile bir hakemden diğer meslektaşlarına uyup suistimalde bulunmasını talep etmek hangi mantığa ve ahlaka sığar? Bir yanlış, başka bir yanlışla düzeltilebilir mi?

 Bana göre Serena'nın esas kabahati aldığı antrenör yardımı değil. Kendisinin hakeme bağırıp çağırması, hakaret etmesi de bir noktaya kadar hoşgörülebilir. Ancak yaptığı her çirkinliğin ardından cinsiyeti ve ten renginin arkasına sığınması asla kabul edilemez. Kariyeri boyunca kadınlığı ve siyahiliği üzerinden o kadar çok mağduriyet devşirdi ki kendisini eleştiren herkes tıpkı bugün olduğu gibi ırkçı ve cinsiyetçi damgası yiyor.

 Söz konusu Serena olduğunda kadın hakları havarisi kesilenler nedense aynı tavrı başka  tenisçiler için göstermiyor. Örneğin aynı güruh, 1999 Roland Garros finalinde Fransız seyircisinin zorbalığına maruz kalan Martina Hingis'i şımarıklıkla suçluyor. Oysa Hingis, söz konusu maçta kimseye hakaret etmemiş, sadece bir hakem kararına yönelik itirazını fazla uzatmıştı. Üstelik itirazında haklı olduğu, televizyon kamerasından net bir şekilde görülüyordu. O hâlde neydi Hingis'i şımarık yapan? Güzelliği mi, yoksa o günkü rakibinin Steffi Graf olması mı?

 Demem o ki teniste cinsiyetçilik ve çifte standardın âlâsını bu kavramları ağızlarından düşürmeyenler yapıyor. Öyle ki güzel kadınlar hakkında çirkin ön yargılara sahip olan ve her daim güçlünün yanında duran bizzat kendileri.

9 Eylül 2018

Serena Hem Mağrur Hem De Mağdur


 Serena Williams, bana hep ülkemizdeki mevcut siyasi iktidarı hatırlatır. Bugün AKP Türkiye'de nasıl bir güce sahipse aynısı Serena için teniste geçerli. Ancak ikili arasındaki benzerlik bununla sınırlı kalmıyor. Nitekim Serena da tıpkı muktedirlerimiz gibi mağduriyet yaratma konusunda son derece mahir.

 Mağduriyet algısı, insanların büyük bir çoğunluğunun hassasiyet gösterdiği konular üzerinden yaratılır. Serena da bu iş için yıllarca kadın-erkek ve siyah-beyaz çelişkilerini kullandı. Serena'ya göre kadınlığı ve siyahiliği, ona hem kort içi hem de kort dışında istediği gibi davranma hakkını veriyordu, vermeliydi. Kendisinin cinsiyeti ve ten rengi, bugüne dek öznesi olduğu sayısız çirkinlik karşısında adeta bir koruma kalkanıydı.

 Kahramanımız ve 
ablası Venus, olaylı 2001 Indian Wells sonrası turnuvayı boykot etme kararı almış ve buna gerekçe olarak seyircilerin ırkçı saldırılarını göstermişlerdi. Oysa Indian Wells seyircilerinin Williamslara olan tepkisi asla ırkçı bir karakter taşımıyordu. Tepkinin nedeni, Venus'ün kardeşiyle oynayacağı yarı final maçının başlamasına sadece dört dakika kala turnuvadan çekilmiş olmasıydı. Bu son dakika sürprizi, dev maç için tribündeki yerlerini alan seyircileri doğal olarak öfkelendirmişti. Üstelik Elena Dementieva, söz konusu maçtan bir gün evvel "Williamsların maçlarında sonucu babaları Richard belirler." şeklinde bir açıklama yapmıştı. Ne var ki meselenin adı bir defa ırkçılık olarak konulunca geriye kalan her şeyin üstü örtüldü.

 Dün geceki Amerika Açık tek kadınlar finalini büyük bir rezalete çeviren Serena, dokuz yıl önceki turnuvada da kendisine ayak hatası çalan çizgi hakemini "Bu topu senin boğazına sokarım." diye tehdit etmişti. O gün Kim Clijsters kortta nasıl buz kestiyse dün de Naomi Osaka'nın suratında aynı ifade vardı. Japon tenisçiye kariyerinin en mutlu günü zehir edildi.

 Serena, finalin ardından çıktığı basın toplantısında yine kadınlığının arkasına sığındı. Turnuva esnasında Alize Cornet'ye yapılan açık seksizmi hatırlatarak üste çıkmaya çalıştı. Kendisini bir kez daha kadın haklarının yılmaz savunucusu olarak tanıttı. İşin kötüsü, buna inanan sadece kendisi değil. Zira kimi entellerimiz, daha önce Serena'yı eşitlik savaşçısı gibi gösteren pek çok yazı döşenmişti. Umarım dün gece yaşananlar herkesten çok onları utandırmıştır.

22 Ağustos 2018

Övünç ve Utanç!


 Türkiye'de tenisçi olmak Don Kişotluğun dik âlâsıdır. Bugün adlarını bildiğimiz Türk tenisçilerin hepsi, kariyerleri boyunca doğru dürüst destek almadan, tırnaklarıyla kazıyarak bulundukları konuma gelmişlerdir. Bu gerçek, son iki gündür kamuoyunu meşgul eden bir konuyla yeniden gün yüzüne çıktı.

 Selin Övünç 17 yaşında. TRT'de çalışan anne ve babasının başlangıçta tenisle hiçbir alakası yok. Ne var ki vakit geçirsin diye tenis kursuna yolladıkları kızları yeteneğiyle sivrilince iş değişiyor. Tenis, bir anda Övünç Ailesi'nin hayatındaki en önemli parçalardan biri hâline geliyor. Anne ve babası, Selin'i profesyonel tenisçi yapabilmek uğruna ellerinde ne varsa satıyor, bunların yetmediği yerde de kredi çekiyor. Bu sırada baba da lisanslı tenis antrenörü oluyor. Velhasıl ailesi, Selin için maddi ve manevi anlamda pek çok fedakarlıkta bulunuyor.

 Türk kamuoyu Selin'i iki gün evvel attığı bir tweet ile tanıdı. 17 yaşındaki tenisçi, söz konusu tweet'inde sponsor bulamadığı için sezonun son Grand Slam turnuvası olan Amerika Açık'tan çekilmek zorunda kaldığını yazıyordu. Yaşanan bu gelişmenin ardından gözler pek tabii ki Türkiye Tenis Federasyonu'na çevrildi. Zira henüz junior seviyesindeki bir tenisçiye ülke federasyonunun destek sağlaması gerekirdi.

 Federasyon, konuyla ilgili yaptığı açıklamada Selin'i şimdiye dek "Gençlik Olimpiyatı" kapsamında desteklediklerini ancak kendisi söz konusu organizasyona katılım hakkı elde edemeyince desteği kestiklerini duyurdu. Özrü kabahatinden beter bu açıklama insanın aklına şu soruları getiriyor Dünya tenisi için hiçbir kıymeti harbiyesi bulunmayan Gençlik Olimpiyatı hangi gerekçeyle tenisçiler için bir ödenek kriteri olabilir? Spor bakanlığı ve federasyon, tenisteki esas organizasyonların Grand Slam turnuvaları olduğundan bihaber mi, yoksa işin içinde başka hesaplar mı var?

 Ne hesabı diye soracak olanlara aynı federasyonun 
vaktiyle ülke tarihinin en kariyerli tenisçisi Marsel İlhan'ı sırf siyasi rant uğruna Wimbledon'dan feragat ettirerek Akdeniz Oyunları'nda yarıştırdığını hatırlatalım.

 Her şey bir tarafa, hâlihazırda Grand Slam oynayabilecek düzeydeki üç-beş tenisçisinden birine bile maddi destek sağlayamayan bir federasyon hangi yüzle tenisin zengin sporu olduğu yönündeki algıyı kırmaktan bahsedebilir? Siz herkesi kör, alemi sersem mi sanırsınız?

17 Temmuz 2018

Yankı Erel ve Junior Tenisi


 İpek Soylu'nun 2014 Amerika Açık'ta elde ettiği çift kızlar zaferinin ardından Türkiye'ye bir Grand Slam kupası daha geldi. 2000 doğumlu milli tenisçi Yankı Erel, Wimbledon genç erkeklerde çiftler şampiyonu olarak bu ülke ölçeğinde tarihi bir başarıya imza attı. Yankı'yı yürekten tebrik ederken junior tenisi üzerine konuşulması gereken bazı şeyler olduğunu düşünüyorum. Çünkü tenis dünyasının büyük bir bölümünün profesyonellikten önceki bu aşamaya son derece yanlış bir perspektiften baktığı kanaatindeyim.

 Her şeyden evvel junior turnuvaları birer amaç değil, laboratuvar olarak görülmelidir. Ne var ki tenisçilerin önemli bir bölümü, junior seviyesindeyken oyunlarını inşa etmek yerine sonuç almaya odaklanıyor. Junior turunu bir rekabet alanı olarak gören çocuklar, farkında olmadan gelişimlerini baltalıyor ve hünerlerini asıl sergilemeleri gereken yer olan profesyonel tura tükenmiş veya oyununu olgunlaştıramamış bir şekilde geliyor. 

 Junior tenisine yönelik doğru yaklaşımın ne olduğunu anlayabilmek için Serena ve Venus Williams örneklerine bakmak yeterli olacaktır. Uluslararası Tenis Federasyonu ITF'nin resmi sitesine girip junior oyuncu arama bölümünde iki kardeşin isimlerini tarattığınızda karşınıza hiçbir sonucun çıkmadığını göreceksiniz. Çünkü tenisin son 20 yılına damgasını vuran Williamslar ITF Junior Turu'nda tek bir maç bile oynamamışlardır. Babaları Richard, onları küçük yaşlardayken rekabetin dışında tutup geleceğin yıldızları olacak şekilde yetiştirmek istemiştir. 
Gelinen noktada Richard'ın izlediği stratejinin ne kadar isabetli olduğunu söylemeye lüzum olmasa gerek. Zira hem Serena hem de Venus, tenis tarihine adlarını altın harflerle yazdırdı.

 Tenis tarihinde junior kariyeri olmayan büyük efsaneler gibi junior turunda fırtınalar estirip profesyonel turda durulan oyuncular da bulunuyor. Fransız tenisçi Gael Monfils, bunların en tipik örneklerinden biri. Gençlerde Avustralya Açık, Roland Garros ve Wimbledon'ı kazanan 31 yaşındaki raket, profesyonel olduktan sonra ise bırakın Grand Slam'i, bir Masters turnuvası bile kazanamadı. Kendisinin bugüne kadarki en prestijli şampiyonluğu 500 puanlık bir turnuvada geldi.
 
 Son tahlilde tenisçi adaylarının kısa vadeli başarılar uğruna geleceklerini ipotek altına almamaları ve asıl hedef olan profesyonel tura en iyi şekilde hazırlanmaları gerekiyor. Çünkü tenis tarihi Monfils'leri değil, Williams'ları yazıyor.

3 Temmuz 2018

Federer Giderayak Voleyi Vurdu


 Yaklaşık bir aydır tenis kamuoyunda dillendirilen iddialar doğru çıktı ve Roger Federer, 24 yıldır kıyafet tedarikçisi olan Nike ile yollarını resmen ayırdı. İsviçreli efsane, son şampiyon unvanıyla yarıştığı Wimbledon'da merkez kortun açılış maçına Uniqlo markalı tişörtle çıktı.

 Federer'in Uniqlo ile olan sponsorluk anlaşmasından 10 yılda 300 milyon dolar kazanacağı söyleniyor. Bu, tenis tarihinde şimdiye dek görülmemiş bir meblağ. Gelecek ay 37 yaşını dolduracak olan Ekselansları'nın amiyane tabirle voleyi vurduğunu söyleyebiliriz.

 Peki bir firma, kariyerinin sonuna gelmiş bir tenisçiyle niçin astronomik bir sponsorluk sözleşmesi imzalar? Başka bir deyişle Nike akıllı da Uniqlo enayi mi? 

 Gerçek şu ki Nike, doğal sınırlarına çoktan ulaşmış bir marka. Dolayısıyla her an raketini asabilecek bir tenisçiye sponsor olmak için Federer'in deyimiyle gönüllü davranmamaları anlaşılabilir bir durum. Oysa Uniqlo, spor pazarında yeni bir oyuncu olması hasebiyle agresif bir büyüme stratejisi izliyor. Bu bağlamda spor tarihinin en büyük isimlerinden birine sponsor olarak yeni pazarlara açılmayı hedefliyor.

 Velhasıl, Federer ile Uniqlo'nun iş birliğinde iki taraf da kazanıyor. Bu hikayede bizim gibi züğürtlere ise çene yormak düşüyor.

23 Nisan 2018

Yerli Sharapova ve Gayrimilli Yöneticiler


 Bir ülkenin uluslararası bir tenis turnuvasının ev sahipliğini alırkenki temel motivasyonlarından biri kendi tenisçilerine maç tecrübesi kazandırmaktır. Organizatörler, kendilerine tanınan wild card (özel davet) kontenjanı sayesinde sıralaması ana tablo veya eleme oynamak için yeterli olmayan vatandaşlarını doğrudan turnuvaya dahil eder.

 Geçtiğimiz sezonun sonlarında Kremlin Kupası'nda yaşanan hadise pek çoğunuzun hafızasındadır. Turnuva yönetimi, o dönem Singapur'daki WTA Finalleri'ne katılma mücadelesi veren Caroline Garcia'nın özel davet başvurusunu reddetmiş ve tercihini Maria Sharapova'dan yana kullanmıştı. Bu kararın gerekçesini de çok net bir şekilde ifade etmişlerdi: "Rusya Tenis Federasyonu, kendi oyuncularını tercih eder ve bu nedenle Caroline Garcia'ya wild card veremez."

 Bu hafta İstanbul Cup ile eş zamanlı olarak düzenlenen Porsche Tennis Grand Prix'te eleme tablosu için verilen dört wild card'ın tamamı ev sahibi ülkenin (Almanya) tenisçilerine gitti. Söz konusu dört kontenjan için başvuran oyuncular arasında önemli isimlerin olma ihtimali bir hayli yüksek. Çünkü Porsche Tennis Grand Prix, WTA Turu'nun prestijli turnuvalarından biri. Buna rağmen organizatörler, takdir haklarını turnuvaya ilgiyi artırabilecek popüler oyuncular yerine kendi vatandaşlarından yana kullandılar.

 Yukarıda verdiğimiz örnekler, uluslararası tenis turnuvalarındaki 
milliyetçi eğilimi net bir şekilde gözler önüne seriyor. Bu eğilim, sadece wild card tercihlerine değil, turnuva programlarına da yansıyor. Nitekim koskoca Grand Slam turnuvaları, kendilerine yöneltilen sayısız eleştiriye rağmen kendi vatandaşlarının sıradan maçlarını merkez kortta oynatmaktan geri durmuyor.

 El alem kendi tenisçilerini yüceltmeye çalışırken yerli ve milli laflarının ağızlardan düşmediği ülkemizde ise tam tersi bir çaba mevcut. Öyle ki İstanbul Cup organizatörleri, eleme tablosu için ayırdıkları dört wild card'ın üçünü yabancılara vermiş. Bu turnuvada daha önce çiftler şampiyonluğu yaşayarak tarihi bir başarıya imza atan yerli Sharapova İpek Soylu ve genç yetenek Berfu Cengiz'e reva görülmeyen wild card'lar Avustralyalı ve Hırvat tenisçilere dağıtmış. 

 Federasyonumuz, altyapıyı boş verip ülkeyi turnuvaya boğuyor. O turnuvalar da organizatörler eliyle kendi tenisçilerimize kapatılıyor. Bunun adı, Türk tenisine ihanet değilse nedir?

11 Mart 2018

Groeneveld'in Boşluğu Nasıl Dolacak?


 Maria Sharapova, dört yıldır antrenörlüğünü yapan Sven Groeneveld ile yollarını ayırdığını açıkladı. Doğrusunu isterseniz Groeneveld'in Sharapova'nın koçu olmasına ne kadar sevindiysem bu ayrılığa da bir o kadar üzüldüm. Çünkü Hollandalı çalıştırıcı, hem tenis bilgisi hem de kişiliğiyle sadece Sharapova değil, hemen her tenisçinin başına gelebilecek en güzel şey.

 Groeneveld, tenis dünyasındaki her oyuncunun iç geçirerek baktığı bir antrenör. Kendisi, Sharapova'yla anlaşmadan önce bir markanın oyuncu geliştirme grubunda çalışıyordu. Onu yeniden profesyonel turda çalıştırmaya iten faktör pek tabii ki Sharapova markasının büyüklüğüydü.


 Hollandalı antrenörün güdümünde Sharapova, büyük hamallık yaparak kazandığı 2014 Roland Garros başta olmak üzere pek çok kupa kaldırdı. Fakat bana göre Groeneveld'in esas başarısı, vuruş yelpazesi son derece sınırlı bir tenisçi olan Sharapova'ya 27-28 yaşlarından sonra kısa top atmayı öğretmiş olmasıydı. Kendisinin insani kalitesi ise işindeki başarısının da ötesinde.

 Doping testinin pozitif çıktığı ve 15 ay men cezası aldığı dönemde kim olsa Sharapova ile yollarını ayırırdı. Nitekim sponsorlarından meslektaşlarına kadar herkes Rus tenisçiye yüz çevirmişti. Oysa Groeneveld, böylesine zorlu bir süreçte bile öğrencisinin arkasında durdu. Twitter'daki resmi hesabında kendisini "Proud coach of Maria Sharapova", yani "Maria Sharapova'nın gururlu koçu" olarak tanımladı. Tüm bunlar onun ne kadar karakterli biri olduğunu gösteriyor.


 Son tahlilde Groeneveld, Sharapova'yı kariyeri bitene kadar çalıştırabilecek krediye sahipti. Şayet görevden ayrılmayı kendisi istediyse buna diyecek bir şey yok. Zira son iki yılda o da öğrencisi gibi fazlasıyla yıpranmış olmalı. Fakat bu karar, şu sıralar son derece formsuz bir dönemden geçen Sharapova tarafından alındıysa büyük bir hata. Çünkü Rus tenisçinin son zamanlarda aldığı kötü sonuçların Groeneveld ile hiçbir ilgisi bulunmuyor.

 Sharapova, geçtiğimiz yılın nisan ayında kortlara döndüğünden bu yana pek çok turnuvadan sakatlığı nedeniyle çekilmek zorunda kaldı. Katıldığı sınırlı sayıdaki turnuvaya da bir türlü form tutamadığı için erkenden veda etti. 


 Her şeye rağmen şu anki tablo, Mayıs 2009'daki kadar karanlık değil. O vakitler hiç kimse, uzun süreli omuz sakatlığının ardından servisi tarumar olan Sharapova'nın bir daha eski günlerine dönebileceğini düşünmüyordu. Ancak Rus yıldız, aradan geçen zamanda iki Grand Slam daha kazandı ve yeniden 1 numaraya yükseldi. Dolayısıyla kendisi, şimdikinden çok daha zorlu virajları başarıyla dönmüş bir sporcu. 

 Gelgelelim, Groeneveld'in yerine kimin geçeceği şu an için ciddi bir soru işareti. Kabul edelim ki Sharapova karakter olarak herkesin idare edebileceği biri değil. Nitekim kendisi, Groeneveld'den önce göreve getirdiği Jimmy Connors'ı bir maç sonra kapının önüne koymuştu. O yüzden gelecek antrenörün de tıpkı Groeneveld gibi Sharapova ile uyumlu bir kişi olması gerekiyor.

 Şahsi fikrim, Lindsay Davenport'un Sharapova için pek çok açıdan en doğru seçim olacağı yönünde. Oyuncuyken güçlü servisleriyle ön plana çıkan Birleşik Amerikalı, Sharapova'nın servislerindeki istikrarsızlığa çare olabilir. Aynı dönemde tenis oynamış olan bu ikilinin birbirlerini yakından tanımaları da bir başka avantaj.

 

14 Şubat 2018

Halep Bile Böyleyse Bizimkiler N'apsın?


 Simona Halep, 2018 yılına kadınlar tenisinin 1 numarası olarak başlamıştı. Buna karşın sezonun şu ana kadarki bölümünde oynadığı tüm maçlara markasız kıyafetlerle çıktı. Çünkü Adidas ile olan sözleşmesi bitmişti ve aradan geçen sürede kendisine yeni bir kıyafet sponsoru bulamamıştı.

 Yaklaşık iki ay boyunca kıyafetlerini internetten sipariş ettiği söylenen Halep en nihayetinde Nike ile anlaştı. Fakat Rumen tenisçinin içine düştüğü durum gerçekten trajikti. Öyle ya, kısa bir süre öncesine kadar dünya 1 numarası, şimdi de 2 numarası olan bir oyuncunun Adidas ile kontratı biter bitmez başka bir marka tarafından kapılması gerekirdi.
 
 Halep'in bile sponsorsuz kalabildiği bir ortamda daha mütevazı kariyerlere sahip meslektaşlarının hâlini varın, siz düşünün. Bunlar arasında dünya klasmanında belli bir eşiği geçemeyenler zaten hiç sponsor bulamıyor. Çünkü bu seviyedeki tenisçilere yapılacak yatırımın geri dönüşü olmuyor. Dahası, sıralamada ilk 150'nin dışında yer alan tenisçilerin turnuvalardan kazandıkları para ödülleri kıyafet, ekipman, seyahat ve konaklama masraflarının karşılanmasına yetmiyor. Hâl böyle olunca yüzlerce oyuncu geçim sıkıntısı çekiyor.

 Sponsor bulamayan, kazandığından daha fazlasını harcayan tenisçilerin mesleklerini icra edebilmeleri ancak federasyon desteğiyle mümkün olabiliyor. Bu durum, en çok da Türk tenisçiler için geçerli. Aralarında en çok tanınanları bile Türkiye Tenis Federasyonu tarafından fonlanıyor.
 
 Tenisteki gelir adaletsizliği, ulusal federasyonların yanında bu sporun küresel çaptaki yönetim organlarını da birtakım önlemler almaya itiyor. Geçtiğimiz yıldan itibaren hayata geçirilen Grand Slam Geliştirme Fonu projesi dünya üzerinde her yıl belli sayıda tenisçiye maddi destek sağlıyor. Bu yıl 29 oyuncuya toplam 650 bin dolar dağıtacağı açıklanan fondan milli tenisçi İpek Soylu da faydalanacak. Kendisinin payına düşen hibe ise 25 bin dolar.

26 Ocak 2018

Teniste Pandora'nın Kutusu Açıldı


 Daniel Evans, Sara Errani, Thomaz Bellucci ve şimdi de Alize Cornet... Bunlar, bir yıldan kısa bir süre içinde doping testi pozitif çıkan üst düzey tenisçiler. Doping vakalarındaki bu enflasyon sonrası herkesin aklında aynı soru var: N'oldu da tenis ve doping daha önce hiç alışık olmadığımız kadar yan yana gelmeye başladı? Bu sorunun yanıtını verebilmek için filmi Maria Sharapova vakasına kadar geri sarmak gerekiyor.

 Hatırlayacağınız üzere Sharapova, 2016 yılındaki Avustralya Açık sırasında girdiği doping testinin pozitif çıktığını aynı yılın Mart ayında düzenlediği bir basın toplantısıyla kamuoyuna duyurmuştu. Rus tenisçi, bundan birkaç gün sonra kendisine yönelik bazı suçlamalara Facebook sayfasından yanıt verirken aynen şu ifadeleri kullanıyordu: "Ben dürüst ve açık biriyim. Sakat olduğumu iddia ederek gerçekleri gizleme yolunu seçmeyeceğim." (*)

 Sharapova, yukarıdaki sözleriyle daha önce bazı meslektaşlarının sakatlık ve benzeri kılıflarla 
pozitif test sonuçlarını kamuoyundan gizlediklerini ima etmişti. Aslında bu, tenisin arka sokaklarında yıllardır dolaşan bir dedikoduydu ve "silent ban" (gizli men cezası) adıyla biliniyordu. Ancak Sharapova'ya kadar hiçbir üst düzey isim tarafından dile getirilmemişti.

 Silent ban iddialarının en önemli dayanağı, Uluslararası Tenis Federasyonu ITF'nin dopingle mücadele yönetmeliğindeki bir maddeydi. Buna göre doping testini geçemeyen tenisçiler, haklarındaki yargılama süreci tamamlanmadan afişe edilmiyordu. Her türlü suistimale açık olan bu uygulama, Sharapova'nın yaptığı ifşaattan olsa gerek Ağustos 2016'da kaldırıldı. (**) İşte tenisteki doping vakaları da bu tarihten itibaren dramatik bir şekilde artmaya başladı. Zira yeni düzenleme, pozitif test sonuçlarının derhal ilan edilmesini öngörüyordu. 

 Velhasıl Sharapova'nın dürüstlüğü, tenisin dopingle mücadelesinde yeni bir dönemi başlattı. Gelgelelim geçmişte hangi vakaların hasır altı edildiği hâlâ büyük bir sır. Bunları ancak Andre Agassi gibi itirafçılar çıkarsa öğrenebileceğiz.

 (*) www.facebook.com/sharapova/posts/10153282306932680
 (**) www.itftennis.com/news/237420.aspx

8 Ocak 2018

Keramet Nadal'ı Konuşturmakta Mı?


 Eğer aramızda boş iş nedir, neye denir diye merak edenler varsa kendilerine Türkiye Tenis Federasyonu'nun dahiyane(!) çalışmalarını takip etmelerini şiddetle tavsiye ederim. Sağ olsunlar kendileri yaptıkları icraatla bu kavramın pratikte neye karşılık geldiğini bizlere çok güzel gösteriyorlar.

 Sokak tenisi denen garabetin mucidi olan federasyonumuz, bu sefer de tenisi ülke sathına yaymak için bambaşka bir yöntem icat etmiş. Rafael Nadal'la kısa bir video çekimi gerçekleştirip kendisine "Minik eller raket tutsun." dedirtmişler.

 Nadal dedi diye bu memlekette minik ellerin raket tutacağını düşünmek normal bir zeka seviyesinin ürünü olamaz. Ne var ki böylesi saçmalıkların ülkemizde büyük bir karşılığı var. Geniş halk kitleleri cahilliğinden, yönetici sınıfı ise çıkarlarından ötürü bu tip fikirlere alkış tutuyor.

 TTF'nin boş işleri bize de bolca malzeme veriyor. Fakat bizim derdimiz birileriyle dalga geçmek değil. Bilakis Nadal'ın temennisine yürekten katılıyoruz. Ancak bunun için sahici ve esaslı çalışmalar yapılması gerektiğini söylüyoruz.

 Mevcut tablo bize gösteriyor ki Türkiye'de minik ellerin raket tutması ancak zihinsel bir devrimle mümkün. Öyleyse şimdilik amin denilecek tek bir dua var: Allah hepimizi ıslah etsin.