6 Aralık 2017
27 Kasım 2017
Sharapova'dan Alınacak Dersler Var
Saçmalıklar zincirinin ilk halkası, bir gösteri maçının kamuoyuna "dev maç" şeklinde pazarlanmasıydı. Oysa bu tip maçların tamamı ile eğlence amacı güttüğü, dünyadaki gelişmeleri biraz takip eden herkesin malumudur. Mesela birkaç hafta önce Glasgow'da Andy Murray ile Roger Federer'i buluşturan karşılaşma da bu türdendi ve Federer mücadele esnasında İskoç eteği (kilt) giymişti.
Algılarımızın ne kadar sakat olduğu, iki tenisçinin sosyal medya paylaşımlarından da anlaşılıyordu. Çağla'nın bir gösteri maçı için çok sıkı çalıştığı günlerde Sharapova Birleşik Arap Emirlikleri'nde geziyordu. Çünkü Rus tenisçi, çalışma programını oluştururken bu hükümsüz maçı değil, gelecek sezonu düşünmüştü. Tüm bunlara rağmen kazanan yine kendisi oldu. İstanbul'a maçtan 15 saat evvel ayak basan Rus yıldızın 7-6, 6-0'lık galibiyeti almasını bilene büyük dersler verdi.
Sharapova, 15 yıllık profesyonel kariyerinde Çağla'dan daha düşük sıralamaya sahip pek çok oyuncuya yenilmiştir. Ama sonucu hiçbir anlam ifade etmeyen dünkü karşılaşmayı milli tenisçimiz kazansaydı şu anda kopacak gürültüyü hayal bile edemiyorum. Çünkü yöneticisinden medyasına, antrenöründen sporcusuna kadar hiç kimse sağlıklı düşünemiyor bu memlekette. Öyle olmasa ülke tenisinin başındaki şahıs, maçın hemen akabinde Çağla'nın gösterdiği mücadeleden ötürü duyduğu gururu anlatan bir tweet atar mıydı?
16 Kasım 2017
Rafael Nadal ve "Silent Ban" Gerçeği
Fransa'nın eski sağlık ve spor bakanı Roselyne Bachelot, geçtiğimiz yıl yaptığı bir açıklamada Rafael Nadal'ın 2012'de dopingli çıktığını ve aynı yıl Wimbledon'ın ardından sezonu kapatarak bu gerçeği sakladığını söylemişti. Hiçbir somut delile dayanmayan bu iddia karşısında Nadal da haklı olarak Bachelot'ya dava açmıştı. Bugün de Fransız bakanın tazminat ödemeye mahkum edildiği haberi geldi.
Bachelot, Nadal'ı doping yapmakla suçlayan ilk kişi değil. Daha önce de eski tenisçi Yannick Noah ve bazı Fransız televizyonları, Nadal ve genel olarak İspanyol sporculara yönelik doping ithamlarında bulunmuşlardı. Elbette bu iddialar, somut kanıtlarla desteklenmedikçe iftiradan öteye gitmiyor. Bununla birlikte Uluslararası Tenis Federasyonu ITF'nin geçmişteki bazı uygulamalarının bu tip dedikodulara zemin hazırladığını söylemek gerek.
Bachelot, Nadal'ı doping yapmakla suçlayan ilk kişi değil. Daha önce de eski tenisçi Yannick Noah ve bazı Fransız televizyonları, Nadal ve genel olarak İspanyol sporculara yönelik doping ithamlarında bulunmuşlardı. Elbette bu iddialar, somut kanıtlarla desteklenmedikçe iftiradan öteye gitmiyor. Bununla birlikte Uluslararası Tenis Federasyonu ITF'nin geçmişteki bazı uygulamalarının bu tip dedikodulara zemin hazırladığını söylemek gerek.
Tenisin küresel çaptaki en büyük yönetim organı olan ITF, 2016 yılının ağustos ayında resmi internet sitesinden yaptığı açıklamada doping testini geçemediği için lisansı askıya alınan tüm oyuncuların bundan böyle derhal kamuyouna duyurulacağını belirtti. Daha öncesinde böyle bir duyuru için dopingli çıkan oyuncu hakkındaki yargılama sürecinin tamamlanması bekleniyordu. Her türlü suistimale açık olan bu uygulama, doping yapan tenisçilerin sakatlık ve benzeri kılıflarla suçlarını ve aldığı cezaları kamuoyundan gizlediklerine ilişkin rivayetleri beraberinde getirdi. Söz konusu teori, tenis çevrelerinde "silent ban" (gizli men cezası) adıyla biliniyordu.
ITF'yi dopingle mücadelede daha şeffaf olmaya iten gelişme bir önceki yıla damgasını vuran Maria Sharapova vakasıydı. İdrarında yasaklı maddeye rastlandığını düzenlediği basın toplantısıyla duyuran Sharapova, bu itirafından birkaç gün sonra resmi Facebook hesabından yaptığı paylaşımda "Ben dürüst ve açık davrandım. İsteseydim sakat olduğumu iddia edip gerçeği gizleyebilirdim ama bunu yapmayacağım." ifadelerini kullanmıştı. Rus tenisçinin bu sözlerinin ITF'yi ne kadar zor durumda bıraktığını tahmin etmek güç değil.
Demem o ki ITF'nin işgüzarlıkları, kariyeri 2016 yılının öncesine uzanan tüm tenisçileri töhmet altında bırakıyor. Öyle ki sadece Nadal değil, geçmişte türlü gerekçelerle kortlardan uzun süre ayrı kalan veya hiç beklenmedik bir anda kariyerini sonlandırma kararı alan tüm oyunculara şüpheyle bakılıyor. Bu yüzden kabahat, Bachelot gibilerden ziyade dünya tenisini yönetenlerde.
14 Kasım 2017
Fahri İkiler'in Anısına
Eğer bugün Türkiye'de tenise dair bazı kırıntılar varsa bunda en büyük paylardan biri bilge üslubuyla anlattığı yüzlerce tenis maçından ötürü Fahri İkiler'e aittir. Böylesine kıymetli birinin aramızdan ayrılması elbette çok üzücü. Fakat beni asıl üzen şey, bu memlekette Fahri Abi gibi insanların yaşarken hak ettiği değeri görememesi.
Fahri Abi'nin Türk insanına tenisi sevdirdiği zamanlar, TRT'nin kamu televizyonculuğu görevini layıkıyla yerine getirdiği yıllara denk gelir. O dönemde sadece tenis değil, buz pateninden triatlona kadar özel televizyonların reyting kaygısı nedeniyle yayımlamaktan imtina ettiği her spor dalı halkın vergileriyle finanse edilen TRT'den ekrana gelirdi. Ne var ki AKP iktidarıyla yeniden yükselen neoliberal dalga Türkiye'yi hızla dönüştürürken TRT de bundan nasibini aldı. Kurum, iktidar yandaşlarını istihdam edebilmek adına pek çok meslektaşını tasfiye ederken Fahri Abi de emekliye ayrıldı. Onun sessizce köşesine çekildiği 2011 yılından bu yana TRT'den hiçbir Grand Slam turnuvası yayımlanmadı.
Artık TRT'yi açtığımızda Fahri Abi'nin anlattığı tenis maçlarını değil, "düzen" adamlarının kıraathane sohbeti tadındaki futbol programlarını seyrediyoruz. Kanal, yayın haklarını son anda almaya razı olmasa Rio 2016 Olimpiyat Oyunları'nı bile yayımlamayacaktı.
Fahri Abi'nin Türk insanına tenisi sevdirdiği zamanlar, TRT'nin kamu televizyonculuğu görevini layıkıyla yerine getirdiği yıllara denk gelir. O dönemde sadece tenis değil, buz pateninden triatlona kadar özel televizyonların reyting kaygısı nedeniyle yayımlamaktan imtina ettiği her spor dalı halkın vergileriyle finanse edilen TRT'den ekrana gelirdi. Ne var ki AKP iktidarıyla yeniden yükselen neoliberal dalga Türkiye'yi hızla dönüştürürken TRT de bundan nasibini aldı. Kurum, iktidar yandaşlarını istihdam edebilmek adına pek çok meslektaşını tasfiye ederken Fahri Abi de emekliye ayrıldı. Onun sessizce köşesine çekildiği 2011 yılından bu yana TRT'den hiçbir Grand Slam turnuvası yayımlanmadı.
Artık TRT'yi açtığımızda Fahri Abi'nin anlattığı tenis maçlarını değil, "düzen" adamlarının kıraathane sohbeti tadındaki futbol programlarını seyrediyoruz. Kanal, yayın haklarını son anda almaya razı olmasa Rio 2016 Olimpiyat Oyunları'nı bile yayımlamayacaktı.
İşin TRT kısmı yukarıda anlattığımız gibi. Peki Fahri Abi gibi bir duayenin birikimlerinden yararlanmayı bir an olsun bile aklından geçirmeyen tenis federasyonumuza ne diyeceğiz? Sahi bugün Türk tenisinde çeşmenin başını tutanlar, yıllar yılı başta Grand Slam'ler olmak üzere pek çok turnuvayı yerinde görmüş ve anlatmış Fahri Abi'deki birikimin yüzde birine sahip midir?
Lügatında "Meyve veren ağaç taşlanır." gibi bir atasözünün bulunduğu bu ülkede belki birtakım kifayetsizler tarafından kıymeti bilinmemiş olabilir. Ancak bu durum, Fahri Abi'nin Türk tenisseverlerinin gönlündeki yerini değiştirmez.
Güle güle Fahri Abi... Huzur içinde uyu. Tenise olan tüm katkın için sana minnettarız.
10 Kasım 2017
Emre Yazıcıol'a Reddiye
Blogdaki son yazımda Next Generation Finalleri'ndeki yeniliklere yönelik eleştirilerimi sıralamıştım. Doğrusunu isterseniz o yazıya ilave edeceğim bir şey yok. Fakat Eurosport spikeri Emre Yazıcıol'un aşağıda alıntıladığım tweet'ini okuduktan sonra bazı şeyleri yeniden anlatma ihtiyacı hissettim.
ATP NextGen’de denenen bu yeni kurallara çok olumlu bakıyorum. 1800’lerin sonundaki kurallarla şu çağda devam etmek hiçbir sporu ileri taşımaz. Bu köklü değişiklikleri yapamayan sporlar 15-20 yıla tamamen marjinalize olacak. pic.twitter.com/AumcIO0o4s
— Emre Yazıcıol (@emreyaziciol) November 9, 2017
Yazıcıol, Next Generation Finalleri'nde denenen yeni kuralları savunurken "1800'lerin sonundaki kurallarla şu çağda devam etmek hiçbir sporu ileri taşımaz." diyerek neoliberal bir jargon kullanıyor. Kendisine gelen itirazlara verdiği yanıtlarda ise tenise kimliğini veren tüm kuralların geçerliliğini yitirdiğini iddia ediyor. Ne var ki Yazıcıol'un desteklediği yenilikler, tenisin çağa ayak uydurmasını sağlamıyor, bilakis içini boşaltıyor. Fileye çarpıp içeri düşen servisin nizami sayıldığı, berabereden sonraki puanı alanın oyunu kazandığı ve setlerin altı yerine dört oyun üzerinden oynandığı bir aktiviteye tenis demenin imkanı yok.
Bildiğiniz üzere tenisçiler puan esnasında fileye çarpıp içeri düşen vuruşlarından ötürü rakiplerinden özür dilerler. Çünkü fileyle temas, topu karşılamaya çalışan oyuncuyu yanıltır. Aynı duruma bir de servislerde imkan tanırsanız şans faktörünün sonuca olan etkisini artırmış olursunuz. Bunu dört oyunluk setler ve karar puanı ile desteklediğiniz vakit yetenek ve çalışmadan bağımsız bir şekilde herkesin herkesi yenebileceği bir oyun yaratırsınız. O vakit tenis, spor olmaktan çıkar, bir çeşit kumara dönüşür. Nitekim Next Generation Finalleri'nde oynayan ve söz konusu kuralları bizzat deneyimleyen Andrey Rublev de aynı şeyleri söylüyor:
"Eğer getirilecek yeni kural, oyunun kendisini değiştirmeyecekse bunda bir sorun yok. Fakat dört oyun ve karar puanı uygulamasıyla tenisi de değiştirmiş oluyorsunuz. Bu kurallarla herkes herkesi yenebilir ama bu, kesinlikle adil değil. Bana göre kazanan kişi, herkesten daha çok çalışan kimse o olmalı."
Demem o ki Yazıcıol, yıllardır tenis anlatıyor olmasına karşın bu sporun amentüsünü kavrayamamış görünüyor. Kendisinin ilerici olarak nitelendirdiği uygulamalar tenisin varlığını tehdit ediyor.
7 Kasım 2017
Tenisin Vahşi Kapitalizmle İmtihanı
Erkekler tenisinin patronu ATP, geçtiğimiz yıl Next Generation adı altında yeni bir kampanya başlatmıştı. 21 yaş altındaki yetenekli tenisçilerin tanıtımına odaklanan bu girişim söz konusu oyuncuların katılacağı bir sezon sonu turnuvasını da içeriyordu. Next Generation Finalleri olarak adlandırılan turnuvanın Milano'daki ilk edisyonu ise daha maçlar başlamadan büyük bir skandala sahne oldu.
Milano'nun büyük bir moda şehri olmasından yola çıkan organizatörler kura çekimini sıra dışı bir yöntemle gerçekleştirdi. Turnuvaya katılma hakkı kazanan sekiz tenisçinin yer alacağı gruplar, kendilerine podyumda eşlik eden mankenlerin vücuduna işlendi. Mankenlerin biri, koluna girdiği oyuncunun grubunu açıklamak için striptiz yaptı, bir diğeri ise dantel elbisesini kalçasına kadar kaldırdı. Sonradan öğrenilen bilgilere göre Hyeon Chung'a birlikte yürüdüğü mankenin eldivenini dişleriyle çekmesi teklif edilmiş. Neyse ki Güney Koreli tenisçi buna karşı çıkmış da büyük bir kepazeliğin önüne geçilmiş.
Kura çekiminde yaşananlar, muhabirler vasıtasıyla sosyal medyaya servis edilince tenis kamuoyunun büyük tepkisini çekti. Ertesi gün ATP ve sponsor firma RedBull, ortak bir açıklama yayımlayarak yarattıkları cinsiyetçi imajdan ötürü özür dilemek zorunda kaldı.
Öte yandan turnuva için icat edilen ve memnun kalınırsa gelecekte tüm ATP turnuvalarında uygulanması düşünülen kurallar tam bir çılgınlıklar silsilesi. Dört oyuna ulaşanın seti kazandığı, 3-3'te ise tie-break'in oynandığı maçlarda let kuralı uygulanmıyor. Yani filenin bandına çarpıp içeri düşen servis nizami sayılıyor. Ayrıca berabereden sonra tıpkı çiftler maçlarında olduğu gibi karar puanı oynanıyor. Maç sürelerini kısaltmayı hedefleyen bu yenilikler, genç seyirciler ve televizyon kanallarının hoşuna gidiyor olabilir fakat aynı zamanda bu sporun canına okuyor. Çünkü şans faktörünün sonuca olan etkisini ciddi oranda artırıyor.
Kura çekiminde yaşananlar, muhabirler vasıtasıyla sosyal medyaya servis edilince tenis kamuoyunun büyük tepkisini çekti. Ertesi gün ATP ve sponsor firma RedBull, ortak bir açıklama yayımlayarak yarattıkları cinsiyetçi imajdan ötürü özür dilemek zorunda kaldı.
Öte yandan turnuva için icat edilen ve memnun kalınırsa gelecekte tüm ATP turnuvalarında uygulanması düşünülen kurallar tam bir çılgınlıklar silsilesi. Dört oyuna ulaşanın seti kazandığı, 3-3'te ise tie-break'in oynandığı maçlarda let kuralı uygulanmıyor. Yani filenin bandına çarpıp içeri düşen servis nizami sayılıyor. Ayrıca berabereden sonra tıpkı çiftler maçlarında olduğu gibi karar puanı oynanıyor. Maç sürelerini kısaltmayı hedefleyen bu yenilikler, genç seyirciler ve televizyon kanallarının hoşuna gidiyor olabilir fakat aynı zamanda bu sporun canına okuyor. Çünkü şans faktörünün sonuca olan etkisini ciddi oranda artırıyor.
Turnuvadaki bir diğer çılgınlık, tribündeki seyircilerin puanlar esnasında baseline bölgesi haricinde serbestçe hareket edebilmesi. Konsantrasyona dayalı bir spor olan teniste böyle bir şeye izin verilmesi ancak büyük bir akıl tutulmasıyla açıklanabilir.
Sonuç olarak Next Generation Finalleri, tenisin açgözlü sermayedarların saldırısı altında olduğunu gösteriyor. Bu azgın güruhun tenisi popüleştirmek adına yaptığı pek çok şey onun ruhuna kastediyor.
5 Kasım 2017
Üç Büyükler Türk Tenisine Çare Olmaz
Orta okul ve lise yıllarında okuduğumuz tarih kitaplarında Osmanlı'nın duraklama döneminde yapılan ıslahatlarda sorunların temeline inilmediği için başarısız olunduğu yazardı. Geçtiğimiz günlerde milli tenisçi Tuna Altuna'nın Sözcü gazetesine verdiği röportajı okuduğumda aynı tespiti yapmaktan kendimi alıkoyamadım.
Altuna, söz konusu röportajda Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'a tenis şubesi açmasını önerdiğini fakat kendisinin bu teklifi reddettiğini söylüyor. Tenisçimizin bu teklifi hangi maksatla yaptığını bilmiyorum fakat ülke tenisine futbolun üç büyüklerinin el uzatması gerektiğine inananların sayısı bir hayli fazla. Nitekim daha önce İpek Şenoğlu da Galatasaray'da bir tenis şubesi açılması için girişimlerde bulunmuştu. Peki bu, hangi duaya amin demek? Söz gelimi, Galatasaray, Fenerbahçe ya da Beşiktaş'ın tenise yatırım yapması hangi derde deva olacak?
Bugün sıradan bir Türk çocuğu, bir şekilde tenise merak sarsa bile ortada sosyal devlet olmadığı için bu sporu pratik edemiyor. Hâl böyle olunca gerçek yetenekleri bulmak imkansız hâle geliyor. Maddi açıdan daha şanslı olan çocuklar da kifayetsiz antrenörler ve yöneticiler yüzünden yurt dışındaki akranlarının fersah fersah gerisinde kalıyor. İçlerinden profesyonel olabilenlerin pek çoğu kariyerini ITF ve Challenger turnuvalarında oynayarak geçiriyor. Hasbelkader ATP ve WTA seviyesine çıkabilenlerse Twitter zevzeklerinin alay konusu oluyor.
Bugün sıradan bir Türk çocuğu, bir şekilde tenise merak sarsa bile ortada sosyal devlet olmadığı için bu sporu pratik edemiyor. Hâl böyle olunca gerçek yetenekleri bulmak imkansız hâle geliyor. Maddi açıdan daha şanslı olan çocuklar da kifayetsiz antrenörler ve yöneticiler yüzünden yurt dışındaki akranlarının fersah fersah gerisinde kalıyor. İçlerinden profesyonel olabilenlerin pek çoğu kariyerini ITF ve Challenger turnuvalarında oynayarak geçiriyor. Hasbelkader ATP ve WTA seviyesine çıkabilenlerse Twitter zevzeklerinin alay konusu oluyor.
Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe'nin halkın kullanımına açık ücretsiz kortlar inşa edecek ya da nitelikli antrenör yetiştirecek hâli yok. Bunlar, Türkiye Tenis Federasyonu eliyle devletin yerine getirmesi gereken vazifeler. Dolayısıyla futbol kulüplerinin tenis şubesi açması, Türk tenisinin hiçbir yapısal sorununu çözmez, yalnızca bazı oyuncuların ceplerine para girmesini sağlar.
1 Kasım 2017
Federer'in Paris Masters Açmazı
Erkekler tenisinde sezonu kimin 1 numarada tamamlayacağı artık belli olmuş gibi görünüyor. Roger Federer'in Paris Masters'tan çekilmiş olması, Rafael Nadal'a tek bir galibiyetle zirvedeki yerini koruma şansını tanıdı.
Ortada matematiksel anlamda bir yarış olsa da Federer'in en başından beri sezonu 1 numarada bitirmek gibi bir iddiası yoktu. Her şeyden evvel Nadal'la arasındaki puan farkı çok fazlaydı. Ayrıca kendisinin esas hedefi, Basel'de düzenlenen Swiss Indoors ile Londra'daki ATP Finalleri'ni kazanmaktı. Takvimde bu iki turnuva arasında yer alan Paris Masters'a katılması ise pek olası değildi. Zira Basel'de çok büyük ihtimalle finali görecek bir Federer'in Paris'te de oynaması yalnızca bir gün dinlenerek yeniden korta çıkması anlamına geliyordu. Bu da sakatlık riskinin yükselmesi demekti. Üstelik menajerinin söylediğine göre İsviçreli tenisçinin kronik sırt ağrıları Basel'de Juan Martin del Potro'yu yendiği finalin ardından nüksetmişti.
Paris Masters'ın ATP takvimindeki yeri Federer için idealden çok uzak. Bu durumun temelindeyse dünya sıralamasında ilk 30'da yer alan tenisçilerin katılmaları gereken dört ATP 500 turnuvasından en az birini Amerika Açık sonrasında oynamak zorunda olmaları yatıyor. Federer, söz konusu kotayı doğup büyüdüğü şehirde düzenlenen Swiss Indoors'ta oynayarak dolduruyor. Bu turnuvada genellikle son günü gördüğü için Paris'e ya hiç gitmiyor ya da yorgun bir şekilde gidiyor. Nitekim Paris Masters'ta şimdiye dek sadece bir kez finale çıkabildi.
Ortada matematiksel anlamda bir yarış olsa da Federer'in en başından beri sezonu 1 numarada bitirmek gibi bir iddiası yoktu. Her şeyden evvel Nadal'la arasındaki puan farkı çok fazlaydı. Ayrıca kendisinin esas hedefi, Basel'de düzenlenen Swiss Indoors ile Londra'daki ATP Finalleri'ni kazanmaktı. Takvimde bu iki turnuva arasında yer alan Paris Masters'a katılması ise pek olası değildi. Zira Basel'de çok büyük ihtimalle finali görecek bir Federer'in Paris'te de oynaması yalnızca bir gün dinlenerek yeniden korta çıkması anlamına geliyordu. Bu da sakatlık riskinin yükselmesi demekti. Üstelik menajerinin söylediğine göre İsviçreli tenisçinin kronik sırt ağrıları Basel'de Juan Martin del Potro'yu yendiği finalin ardından nüksetmişti.
Paris Masters'ın ATP takvimindeki yeri Federer için idealden çok uzak. Bu durumun temelindeyse dünya sıralamasında ilk 30'da yer alan tenisçilerin katılmaları gereken dört ATP 500 turnuvasından en az birini Amerika Açık sonrasında oynamak zorunda olmaları yatıyor. Federer, söz konusu kotayı doğup büyüdüğü şehirde düzenlenen Swiss Indoors'ta oynayarak dolduruyor. Bu turnuvada genellikle son günü gördüğü için Paris'e ya hiç gitmiyor ya da yorgun bir şekilde gidiyor. Nitekim Paris Masters'ta şimdiye dek sadece bir kez finale çıkabildi.
Sonuç olarak 36 yaşına gelmiş bir Federer'in Paris Masters'ta oynaması ATP Finalleri'ne katılımını riske atardı. O da 1 numaraya yükselme ihtimalinin zaten düşük olduğu bir konjonktürde böyle bir maceraya girişmedi.
12 Ekim 2017
Sharapova'yı Bedavaya Getiremezsiniz
Maria Sharapova'nın önümüzdeki ayın sonunda Çağla Büyükakçay ile gösteri maçı yapmak için İstanbul'a gelecek olması yeni bir tartışmanın ftilini ateşledi. Bazı kimseler, söz konusu maç karşılığında Rus yıldıza yüklü bir meblağ ödenecek olmasına tepki gösteriyor. Ne var ki bu tepkide haklılık payının olduğunu söylemek çok güç.
Evvela şunu hatırlatmak gerekir ki Sharapova'ya ödenecek para devletin değil, özel sektörün kasasından çıkacak. Rus tenisçinin katılacağı organizasyonu düzenleyenler, yaptıkları yatırımın karşılığını alamayacaklarını düşünselerdi zaten böyle bir işe girişmezlerdi. Yani ortada her iki tarafın da kazanacağı bir "win-win" durumu mevcut.
Öte yandan Sharapova gibi büyük bir yıldızı ölü sezonda Florida'daki malikanesinden kaldırıp saatler süren uçak yolculuğunun ardından İstanbul'a getirebilmeniz için büyük paralar ödemekten başka şansınız yok. Aynı durum, ATP ve WTA takviminde yer alan fakat katılım zorunluluğunun olmadığı düşük profilli turnuvalar için de geçerli. Örneğin Roger Federer'in 250 ve 500 puan değerindeki bazı ATP turnuvalarıyla uzun süreli ve yüksek kazançlı kontratları bulunuyor.
Peki Sharapova'ya ödenen para ülke tenisine harcanamaz mıydı? Böyle bir seçenek elbette mevcut. Fakat amentüsü kâr olan özel sektörden böyle bir yatırım beklenemez. Hâliyle bu, onların değil, kamu kaynaklarıyla beslenen Türkiye Tenis Federasyonu'nun görevi.
Velhasıl Grand Slam ya da yüksek profilli başka bir turnuva düzenlemiyorsanız Sharapova ayarındaki yıldızları ülkenize getirebilmek için kesenin ağzını açmak zorundasınız. O kese de özel sektöre ait olduğuna göre bizim gibi züğürtlerin çene yorması anlamsız.
20 Eylül 2017
Türk Tenisinin Sosyal Medya Çilesi
Sosyal medyanın toksik dili, aklı başında herkesi rahatsız ediyor. Sırf bu nedenden ötürü paylaşımlarını yoruma kapatan veya profiline erişimi engelleyen kullanıcıların sayısı giderek artıyor. Aynı dertten fazlasıyla muzdarip olan milli tenisçi Çağla Büyükakçay ise geçtiğimiz günlerde Twitter hesabından yaptığı paylaşımlarla kendisine yönelik sosyal medya saldırılarına isyan etti.
Pek çok meslektaşı gibi Çağla da kaybettiği maçların ardından kendisine hakaret içerikli mesajlar gönderen bahisçilerden şikayetçi. Milli tenisçimizin "aciz kumarbazlar" olarak tanımladığı bu organizmalar, kuponu yattı diye bir sporcuya küfretme haklarının olduğunu düşünüyor. Hâl böyleyken kendilerini tıp bilimine havale etmek gerekiyor. Bunların dışında kalan ve görece daha masum olan sosyal medya akbabalarına ise söylenmesi gereken bazı şeyler var.
Her şeyden evvel tenis bireysel bir spordur. Bu, her türlü başarı ve başarısızlığın tüm sorumluluğuyla birlikte sporcuya ait olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla tenisçiler, aldıkları kötü sonuçlardan ötürü kimseye hesap vermek zorunda değillerdir. Pek tabii ki bu durum, onları eleştiriden muaf tutmaz. Fakat yapılacak eleştirilerin yargılama boyutuna varmaması gerekir.
"Vasatsın.", "Zaten elenmesen şaşardık.", "Size verilen desteğe yazık günah!", "Ülkemizi rezil ettin." tarzındaki yorumlar eleştiriden ziyade hesap sorma ve yargılamaya yönelik. Oysa Çağla ve diğer tenisçilerimizin sizlerin milliyetçi duygularını tatmin etmek gibi bir görevi yok. Derdiniz milliyetçilikse tepkinizi ülke sporunu yönetemeyenlere göstermelisiniz.
Çağla'nın başarılarına burun kıvırıyorsanız dönün, ülkenin tenis tarihine bakın. Hıncınızı tırnaklarıyla kazıyarak bir yerlere gelen sporcularımızdan çıkarmayın. Onlara zaten ihsan olamıyorsunuz, bari gölge etmeyin.
31 Ağustos 2017
Murray'e Ne Fedal Finalinden?
Amerika Açık başlayalı dört gün oldu ama tenis kamuoyu oynanan maçlardan ziyade Andy Murray'nin turnuvadan çekilmesini konuşuyor. Söz konusu hadisenin gündemi meşgul etme nedeniyse İskoç tenisçinin turnuvada oynamama kararını Rafael Nadal ile Roger Federer'in aynı yarıya düştüğü kura çekiminden sonra vermesi. Çünkü kendisinin olmadığı bir kurada Nadal ve Federer ancak finalde karşılaşabilecekti.
Tenis kamuoyunun önemli bir bölümü, Murray'nin sırf "Fedal" finalini engellemek için çekilme kararını son ana bıraktığını düşünüyor. Nitekim Nadal da ilk tur maçının ardından düzenlediği basın toplantısında konuyla ilgili olarak "Zamanlama manidar." minvalinde bir yorumda bulundu. Fakat gerçek şu ki Murray'nin ana tablo kurasında yer alması Nadal-Federer finalini imkansız hâle getirmiyordu. İki efsane, bu senaryoda da pekala ayrı yarılara düşebilirdi.
Bir an için Murray'nin kötü niyetli olduğunu farz edelim. Peki Nadal-Federer finalinin önüne geçmek kendisine ne kazandıracak? Murray için bir Grand Slam'de yer alabilmek mi daha önemli, yoksa iki rakibini finalden önce birbirine kırdırmak mı? Onun seviyesindeki bir oyuncunun böylesine küçük hesapların peşine düşmesi sizce ne kadar mantıklı?
Murray'nin turnuvadan cumartesi günü çekilmiş olmasının çok basit bir izahı var ve bunu en iyi bilenlerden birinin de Nadal olması gerekir.
Bir tenisçi sakat olsa bile daha önceden kayıt yaptırdığı bir turnuvada -hele ki o turnuva bir Grand Slam ise- oynama ihtimalini sonuna dek kovalar. Şayet oynayabileceğine kanaat getirirse sakatlığı tam iyileşmemiş olsa dahi korta çıkmak ister. İşte Murray de Amerika Açık'ta oynayabilmek için şartları zorladı fakat bunun mümkün olmadığını anlayınca turnuvadan affını istedi.
Demem o ki Murray'nin sezonun son Grand Slam'inden çekilmesi üzerine üretilen teoriler son derece gülünç ve temelsiz. İskoç tenisçiyi kendi kariyeri ilgilendirir, rakiplerinin hangi turda eşleşecekleri değil.
29 Ağustos 2017
Şimdi De Yazsınlar: Sharapova Geri Döndü
Hayatta bazen aksilikler yakanızı bırakmaz. Sanki bütün kötülükler sıraya dizilmiş de ortaya çıkmak için bir kıvılcım beklemiş zannedersiniz. Maria Sharapova da son iki yılda bu hissiyatı çokça yaşamış olmalı.
15 aylık doping cezasının ardından kortlara döndüğünde Sharapova'yı doya doya izleyeceğimizi ve kendisine olan özlemimizi gidereceğimizi düşünmüştük. Ancak Rus yıldızla tenisin arasına bu defa da başka şeyler girdi. Roma Açık'ta uyluğundan sakatlanan kahramanımız, aynı gün Roland Garros'a yaptığı wild card başvurusunun reddedildiğini öğrendi. Bu, aynı zamanda Wimbledon'a ana tablodan katılamayacağı anlamına geliyordu. 24 saatten kısa bir süre içinde yaşanan bu kadar musibet, en sağlıklı bünyenin bile majör depresyona girmesi için yeterliydi. Ne var ki Sharapova'nın başına gelenler bunlarla da sınırlı kalmayacaktı.
Sharapova, üç aylık sakatlık arasından sonra ilk resmi turnuvasına Stanford'da çıktı. İlk tur maçını da kazanarak turnuvaya güzel bir başlangıç yaptı. Fakat bu defa da sol kolu kendisini yarı yolda bıraktı. Geçirdiği sakatlık nedeniyle Montreal ve Cincinnati'deki turnuvalardan da çekilmek zorunda kalan Rus tenisçi, dün gece oynadığı Amerika Açık ilk tur maçında ise iki yıldır çektiği bütün sıkıntıların acısını çıkarır gibiydi.
Arthur Ashe Merkez Kortu'nda Simona Halep'in üzerine winner olup yağan Sharapova kısa süre içerisinde skoru 6-4, 4-1'e getirdi. Rus yıldız, rakibinin geri dönüşüne engel olamayıp ikinci seti kaybetse de final setini 6-3 ile hanesine yazdırmayı başardı ve dünya 2 numarasını turnuvanın dışına itti. Sharapova'daki performans patlaması, maç sonunda yerini duygusal patlamaya bıraktı.
Sharapova'nın böylesine görkemli bir galibiyetin ardından sezonun son Grand Slam'inde şampiyon olamaması için hiçbir sebep yok. Yeter ki bu oyun seviyesini korusun.
25 Ağustos 2017
Tek El Backhand Azalır Ama Bitmez
Tabiatta her şeyin zıddıyla kaim olduğu söylenir. Söz konusu tenis olduğunda da durum böyledir. Ancak tenisteki karşıtlıklar arasında çoğu zaman mutlak bir üstünlük yoktur. Örneğin uzun boyun kısa boydan veya kısa boyun uzun boydan daha avantajlı olduğunu söyleyemezsiniz. Çünkü her iki özelliğin de tenisçilere sunduğu birtakım artılar ve eksiler vardır. İşte aynı durum, tek el ve çift el backhand için de geçerli.
Bugün tenisi yakından takip edenlerin pek çoğu tek el backhand’i bir zafiyet olarak yorumluyor. Bu vuruşun oyunculara hiçbir avantaj sağlamadığı ve backhand’in makbulünün çift el olduğuna dair yaygın bir inanış mevcut. Böyle düşünenlerin temel dayanağı ise hiç kuşkusuz tek elcilerin neslinin uzun bir süredir tükeniyor oluşu. Ne var ki tek elcilerin azınlıkta kalması, bu vuruşun efektif olmamasından kaynaklanmıyor.
Tenise başlayan her çocuk, anatomik özellikleri itibarı ile çift el backhand kullanmaya daha yatkındır. Tek el backhand’i istenilen güç ve tesirde vurabilmek içinse uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Hâliyle bu süre içinde oynanan maçlarda arzulanan neticeler alınamayacaktır. İşte bu noktada tenisçi adaylarının büyük bir kısmı kısa vadede başarıyı tercih ettiklerinden çift el backhand'e yönelirler. Bir başka deyişle mağlubiyetlerin yaratabileceği zihinsel zorlukları göze alamazlar.
Öte yandan tenisin yıllar içinde değişen kimyası da tek elcilerin sayısının azalmasında önemli bir etken oldu. Servis-volenin geçer akçe olduğu yıllarda oyunculara slice ve volede büyük kolaylık sağlayan tek el backhand revaçtaydı. Nitekim efsanevi servis-volecilerden Pete Sampras, backhand vuruşunu antrenör telkiniyle çift elden tek ele çevirmişti. Ne var ki 90'ların sonu ve 2000'lerin başından itibaren geri çizgi rallilerinin ağırlık kazanması tek el backhand’in cazibesini ortadan kaldırdı. Bunun yerine kontrolü daha kolay olan çift el backhand popülerlik kazandı.
Tenise başlayan her çocuk, anatomik özellikleri itibarı ile çift el backhand kullanmaya daha yatkındır. Tek el backhand’i istenilen güç ve tesirde vurabilmek içinse uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Hâliyle bu süre içinde oynanan maçlarda arzulanan neticeler alınamayacaktır. İşte bu noktada tenisçi adaylarının büyük bir kısmı kısa vadede başarıyı tercih ettiklerinden çift el backhand'e yönelirler. Bir başka deyişle mağlubiyetlerin yaratabileceği zihinsel zorlukları göze alamazlar.
Öte yandan tenisin yıllar içinde değişen kimyası da tek elcilerin sayısının azalmasında önemli bir etken oldu. Servis-volenin geçer akçe olduğu yıllarda oyunculara slice ve volede büyük kolaylık sağlayan tek el backhand revaçtaydı. Nitekim efsanevi servis-volecilerden Pete Sampras, backhand vuruşunu antrenör telkiniyle çift elden tek ele çevirmişti. Ne var ki 90'ların sonu ve 2000'lerin başından itibaren geri çizgi rallilerinin ağırlık kazanması tek el backhand’in cazibesini ortadan kaldırdı. Bunun yerine kontrolü daha kolay olan çift el backhand popülerlik kazandı.
Her şeye rağmen tenis dünyada oynandığı müddetçe tek el backhand de var olacaktır. Gerek zorluk derecesi gerekse de tenisin şu anki dinamikleri nedeniyle tercih edilmiyor olsa da tek el backhand’in oyuncuların vuruş yelpazesini ne kadar genişlettiği ortadadır. Tek tip, fabrikasyon oyuncuların kol gezdiği günümüz tenisinde iyi bir tek el backhand fark yaratmaya devam edecektir.
24 Ağustos 2017
8 Ağustos 2017
Kortların Hızını Kâr Hırsı Düşürüyor
Kort yüzeylerinin hızı, öteden beri tenisin en temel tartışma konularından biri olmuştur. Nitekim son Wimbledon'a da zeminin yavaşlığı üzerinden dönen tartışmalar damgasını vurmuştu.
Gerçek şu ki turnuva zeminleri son yıllarda gayet bilinçli bir şekilde yavaşlatılıyor. Bu politikanın mimarları ise tüccar kafalı turnuva organizatörlerinden başkaları değil.
ATP veya WTA takvimindeki herhangi bir turnuvanın varlığını devam ettirebilmesi kendini finanse edebilmesine bağlıdır. Bunun için de seyircilerin turnuvaya ilgi göstermesini sağlamak gerekir. İşte bu gerçeğin farkında olan organizatörler, uzun rallilerin tribünlere daha çok seyirci çekeceğine inandıkları için kort zeminlerini yavaşlatmayı seçiyor.
Korttaki oyunun kalitesini puanların uzunluğuna bakarak değerlendiren tenisseverlerin oranı gerçekten de fazla. Oysa gerçek kalite, bir rallide topun kaç kere gidip geldiğiyle değil, yapılan vuruşların niteliğiyle ölçülür. İki oyuncunun da hiç risk almadan devamlı birbirlerinin hatalarını kovaladıkları bir oyun tenisten ziyade kör dövüşüdür. Bu nedenle tenis, ha babam top çevirmeyi değil, inisiyatif almayı teşvik eden bir spor olmalıdır.
Tenise yönelik teorik tartışmalar bir yana, sert ve çim kortların yapay bir şekilde yavaşlatılması zemin kavramının içini boşaltıyor. Eğer siz bir turnuvayı sert zeminde düzenliyorsanız kortların hızını toprak seviyesine indirmemelisiniz. Aksi hâlde zemin kavramının tenis özelinde hiçbir anlamı kalmıyor.
30 Haziran 2017
Antalya Açık: Bir Organizasyon Faciası
Bu yıl ilk kez düzenlenen Antalya Açık, bir tenis turnuvası nasıl yüze göze bulaştırılır sorusunun yanıtlarını sundu. Öyle ki çiçeği burnunda turnuvamız, henüz tamamlanmadan mebzul miktarda rezalete sahne oldu.
İnsanların para ödeyerek katıldıkları bir etkinlikte arzuladıkları tek şey hoş vakit geçirmektir. Fakat görünen o ki Türkiye'deki tenis turnuvalarını organize edenler, seyircilere işkence çektirmekten garip bir haz duyuyor. Zira çöl sıcaklarının hissedildiği bir dönemde turnuva düzenleyip tribünlerin üstüne çatı koymamanın başka bir açıklaması olamaz.
Turnuva devam ederken sosyal medyaya düşen bir fotoğraf, antrenman kortlarından birinde geri çizginin düzgün çekilememiş olduğunu gösteriyordu. ATP seviyesindeki bir turnuvada böylesine amatörce bir hata kabul edilemez.
Organizatörlerin tüyü diktikleri nokta ise bugün Marcos Baghdatis ile Yuichi Sugita arasında oynanan yarı final maçı oldu. İki tenisçinin sıcaklığın 40 derecenin üzerinde seyrettiği sabah saatlerinde korta sürülmesi Baghdatis'in maç esnasında baygınlık geçirmesiyle sonuçlandı. Oysa biraz aklı olan biri, bu maçı akşam vaktinde oynatır ve böylece hafta boyunca boş olan tribünlere biraz olsun seyirci çekerdi.
Antalya Açık'taki skandallar, turnuvanın ne kadar kifayetsiz bir kadro tarafından yönetildiğini gösteriyor. Ne var ki bizim ülkede her şey olabilir ama asla rezil olmazsınız. Tıpkı bugün geçtiği basın bülteninde Baghdatis'in "maçı bıraktığını" yazan ama sebep belirtmeyen Türkiye Tenis Federasyonu gibi.
28 Haziran 2017
17 Haziran 2017
Neden Letonya Bile Olamıyoruz?
Bazı kimseler, sporun ülke koşullarından hiç ama hiç etkilenmeyen korunaklı bir saha olduğunu zannediyor. Oysa spor da tıpkı hayatın diğer alanları gibi bir ülkenin mikrokozmosudur. Başka bir deyişle bir ülkenin sporu, o ülkedeki genel vaziyeti yansıtır. Nitekim Türk tenisine baktığımızda da memleketteki bozuk düzene dair çok şey görüyoruz. Arpalığa dönmüş bir federasyon, tek derdi iktidara şirin görünmek olan yöneticiler ve yapılan bomboş işler bunlardan bazıları.
Jelena Ostapenko'nun Roland Garros'ta elde ettiği şampiyonluktan bu yana herkesin dilinde aynı soru var: Nüfusu takriben 2 milyon olan Letonya bir Grand Slam şampiyonu çıkarabiliyorken 80 milyonluk Türkiye niçin tenisçi yetiştiremiyor? Hemen yanıtlayalım: Türkiye'nin kamu yararını önceleyen bir spor politikası yok da ondan.
Jelena Ostapenko'nun Roland Garros'ta elde ettiği şampiyonluktan bu yana herkesin dilinde aynı soru var: Nüfusu takriben 2 milyon olan Letonya bir Grand Slam şampiyonu çıkarabiliyorken 80 milyonluk Türkiye niçin tenisçi yetiştiremiyor? Hemen yanıtlayalım: Türkiye'nin kamu yararını önceleyen bir spor politikası yok da ondan.
Letonya'da herhangi bir ATP ya da WTA turnuvası oynanmıyor. Bırakın onu, bu Baltık ülkesinde organize edilen tek bir ITF turnuvası bile yok. Hâlihazırda iki ATP, bir de WTA turnuvasına ev sahipliği yapan ülkemiz ise her hafta düzenlediği ITF turnuvaları sayesinde turnuva cennetine dönüşmüş durumda. Gelin görün ki Grand Slam şampiyonu bizden değil, Letonya'dan çıkıyor. Çünkü turnuva düzenleyerek ya da tesis inşa ederek tenisçi yetiştirilmiyor. Tıpkı sokak ortasında iki çocuğa raket tutturduğunuzda tenisi tabana yaymış olmadığınız gibi.
Velhasıl birileri çalışıyor, doğru işleri yapıyor ve karşılığını alıyor. Bize ise iş ahlakından yoksun, kifayetsiz yöneticilerimiz yüzünden el alemin başarılarını gıptayla seyretmek düşüyor.
10 Haziran 2017
Simona Halep'in Otobüsü Devrildi
Açık konuşmak gerekirse teniste defansif karakterli oyunculardan hiç ama hiç hazzetmiyorum. Bu tarz tenisçilerin içinde olduğu bir maç çoğu zaman işkenceye dönüşüyor benim için. Böylesi oyuncuların geri çevirdikleri her top, korttaki rakipleri kadar benim de sinirlerimi yıpratıyor.
Geri çizgiye otobüs çekerek izleyenlere fenalık getiren tenisçilerden biri de bugün Roland Garros finalinde boy gösterdi. Gerçi ne kadar boy gösterebildiği tartışılır. Zira Simona Halep ile Jelena Ostapenko'yu buluşturan final maçı, daha çok Ostapenko'nun puan vuruşları ile basit hataları arasında geçti. Nitekim istatistiklere baktığımızda Ostapenko'nun puan vuruşlarında 54'e sekiz gibi ezici bir üstünlük kurduğunu görüyoruz.
Halep, üç yıl evvel aynı kortta Maria Sharapova'ya yenilirken rakibinin 46 winner'ına 20 ile cevap vermişti. Bu, Rumen raketin oyun stili göz önüne alındığında gayet makul bir istatistik. Ancak kendisinin bugünkü sekiz winner, 10 basit hatalık performansı, maçın gidişatını tamamı ile Ostapenko'nun belirlediğini gösteriyor. Hâl böyleyken Halep'in şampiyon olması gerçekten tenise ihanet olurdu. Neyse ki olmadı.
Boşa çıkan sayısız öngörüye rağmen her yeni şampiyona "geleceğin süperstarı" etiketini yapıştırmaya devam eden tenis dünyası 20 yaşındaki Ostapenko için de bu huyundan vazgeçmeyecektir. Fakat her defasında söylediğimiz gibi büyük tenisçi olabilmek için pek çok yeterliliğin bir araya gelmesi gerekiyor. Ostapenko'daki eksik taşların yerine oturup oturmayacağını ise zaman gösterecek.
7 Haziran 2017
Tenisçileri Rahat Bırakın
İnsanların her şeyi çok çabuk tükettiği ve hiçbir şeyden memnun olamadıkları bir çağda yaşıyoruz. Konforculuk batağına saplanmış yeni nesil, sahip olduklarından hep daha fazlasını talep ediyor. Bu durumun tenisteki tezahürü ise kimi izleyicilerin oyunculardan robot gibi davranmalarını beklemesi. Hâlihazırda devam etmekte olan Roland Garros'ta yeniden gündeme gelen zaman ihlalleri meselesinin temelinde de bu gayriinsani bakış açısı yatıyor.
Teniste iki puan arasında geçen süreyi maksimum 20 saniye ile sınırlandıran "şut saati" uygulaması bundan birkaç sene evvel maçların hızlandırılması amacıyla yürürlüğe konuldu. Dünya tenisini yönetenler, doğası gereği futbol kadar akışkan olmayan bu sporu doyumsuz yeni nesillere de sevdirmek istiyordu. Söz konusu kuralın katı bir şekilde uygulanmasının ne kadar insanlık dışı olduğu ise pratikte ortaya çıktı.
Dünya üzerindeki her insan gibi tenisçilerin de birtakım ritüelleri veya alışkanlıkları var. Örneğin Rafael Nadal, her puandan önce saçını düzeltir ve şortunun arkasını çekiştirir. Bunun yegane sebebi kendisini bu şekilde rahat hissetmesidir. Nadal'ın ritüelleri belki hoşunuza gitmiyor olabilir fakat bunları engellemeye kalkışmak tek kelimeyle zorbalık.
Öte yandan 20 saniye kuralı uzun süren bir puanın ardından uygulandığında oyuncuların nefes alacak imkanı bile olmuyor. Neyse ki hakemlerin büyük bölümü kuralı esnetiyor da maçlarda fazla hır gür çıkmıyor.
Spor, içinde insana ait ögeleri barındırdığı için güzeldir. O yüzden bırakalım da tenisçiler kendilerini nasıl rahat hissediyorlarsa öyle oynasınlar. Bundan memnun olmayanlar ise bir zahmet konsol oyunlarıyla tatmin olmayı denesin. Zira orada hayallerindekine daha yakın bir insan profili var.
5 Mayıs 2017
Boş Tribünler, Boş Sözler
İstanbul Cup ve İstanbul Açık'ta neredeyse her sene tribünlerin boşluğu tartışılıyor. Tenisle bir şekilde iştigal eden herkes hep bir ağızdan bu turnuvaların niçin seyirci çekemediğini soruyor. Bense bu soruya karşı bir soruyla cevap veriyorum: İnsanlar bu turnuvalara niçin para verip de gitsin?
Tenis turnuvalarını konserlerden ya da futbol maçlarından daha farklı bir yerde konumlandırmamak lazım. Neticede bunların tamamı, insanların para ödeyerek katıldıkları kültürel etkinliklerdir. Bu etkinliklere katılmanın yegane amacı ise hoş vakit geçirmektir. Gelgelelim İstanbul Cup ve İstanbul Açık turnuvaları, insanlara keyif vermekten o kadar uzak ki tatil günlerinde bile tribünleri dolduramıyor.
Tenis turnuvalarını konserlerden ya da futbol maçlarından daha farklı bir yerde konumlandırmamak lazım. Neticede bunların tamamı, insanların para ödeyerek katıldıkları kültürel etkinliklerdir. Bu etkinliklere katılmanın yegane amacı ise hoş vakit geçirmektir. Gelgelelim İstanbul Cup ve İstanbul Açık turnuvaları, insanlara keyif vermekten o kadar uzak ki tatil günlerinde bile tribünleri dolduramıyor.
İstanbul Cup ve İstanbul Açık, sırasıyla WTA ve ATP'nin en alt seviyedeki turnuvaları. Bu profildeki turnuvalara her yıl Roger Federer gibi büyük bir efsaneyi getiremezsiniz. Dolayısıyla tribünleri doldurabilmek için organizasyon yönetimini çok iyi yapmak zorundasınız. Gelin görün ki iki turnuva da şehir merkezine son derece uzak, dağ başından hâllice bir lokasyonda düzenleniyor. Cefakeş tenis aşıkları dışında hiç kimse, her gün üç-dört saatlik bir yolculuğa katlanarak buraya gitmez.
Yukarıda anlattığımız gerçeklere rağmen kimi kerameti menkuller dolmayan tribünlerin faturasını Türk tenisseverlere kesiyor. Sıklıkla Türkiye'de spor kültürünün olmadığından dem vuran bu arkadaşlar turnuvaları yerinde izlemeyenleri gerçek tenissever olmamakla suçluyor. Türkiye'deki spor kültürünün arızalı olduğu kesin fakat tribünlerdeki boşluğu buna bağlamak hedef saptırmaktır. İnsanların tenis sevgisini sorgulamak veya yarıştırmaksa kimsenin haddine değildir.
2 Mayıs 2017
Sharapova'ya Grand Slam Lazım
Maria Sharapova, kariyerinin üçüncü perdesini geçtiğimiz hafta Stuttgart'ta açtı. 15 aylık doping cezası sona eren Rus yıldız, geri dönüş turnuvasında yarı final oynayarak kalitesinden hiçbir şey kaybetmediğini gösterdi. Aslında şampiyonluk ipini de göğüsleyebilir ve garajına bir Porsche daha çekebilirdi. Fakat Kristina Mladenovic karşısında kazanmaya yakın olduğu bir maçı kaybetti.
Daha önceki yazılarımda Sharapova'nın bu seferki geri dönüşünde 2009'daki kadar zorlanmayacağını, hatta eskisinden de güçlü bir oyuncuya evrilebileceğini belirtmiştim. Beni asıl kaygılandıran mevzu ise kort dışındaki olası provokasyonlardı.
Doping testinin pozitif çıktığını duyurduğu günden bu yana Sharapova hakkındaki polemikler bitmek bilmedi. Kortlara dönüşünün hemen öncesinde de kendisine verilen wild card'lar üzerinden manasız bir yaygara koparılmıştı. Tüm bunlar, gerilimden beslenen medyanın da iştahını kabarttı. Öyle ki Birleşik Krallık'ın rezil tabloid gazetelerinden The Sun bile Stuttgart'taki turnuvaya muhabir gönderdi. Ancak basın mensupları Sharapova'dan umduğunu bulamadı. Rus tenisçi, kendisine yöneltilen art niyetli ve küstah soruları bile ustaca geri püskürttü.
Sharapova, son derece olgun bir karakter olsa da her insan gibi bazen soğukkanlılığını kaybedebilir. Dolayısıyla kendisine yönelik hücumları bir an evvel durdurmaya bakmalı. Bunun da yolu, yeniden Grand Slam kazanmasından geçiyor. Önümüzdeki Roland Garros, bu açıdan çok önemli bir fırsat. Tek sorun, Rus tenisçinin turnuvaya büyük ihtimalle elemelerden katılacak olması.
24 Nisan 2017
Sharapova'nın Kariyerinde Üçüncü Perde
Her şerde bir hayır vardır, derler. Maria Sharapova'nın son dönemde
başından geçenlerin hayra yorulabilecek tek tarafıysa kortlardaki ömrünü
uzatması oldu. Rus tenisçi, doping testi pozitif çıkmamış olsaydı bu yıl
kariyerine nokta koyacaktı. Şimdiyse en az üç yıl daha tenis oynamanın planlayan kahramanımız bu hafta Stuttgart'ta yeniden iş başı yapıyor.
Şayet önümüzdeki üç sezon içinde önemli bir kırılma anı
daha yaşanmazsa Sharapova'nın tenis hayatı ileride üç ayrı bölüm hâlinde incelenecektir.
Şu ana dek gösterime giren ilk iki bölüm, kendisinin 2008 yılında geçirdiği ağır omuz sakatlığının
öncesi ve sonrasını kapsıyordu.
2008'deki sakatlık, Sharapova'nın kişisel tarihinde çok ciddi bir
dönüm noktasıydı. Öyle ki oyunundaki en büyük silahlarından biri olan servisi bu sakatlığın ardından kullanılamaz hâle geldi. Yeni servis hareketine alışana kadar çift hata rekorları kıran kahramanımız tenisin zirvesine uzun ve sancılı bir sürecin ardından dönebildi. İşin ilginç tarafıysa bu dönüşün kendisini hiç de ait hissetmediği bir yerde gerçekleşmesiydi.
Omuz sakatlığının dayattığı şartlar, Sharapova'yı kaçınılmaz bir değişime sürükledi. Rus yıldız, bir zamanlar kendisini buz üstündeki inek gibi hissettiği toprak zeminde başarılı olabilmek için yoğun bir mesai harcadı. Eskisinden de agresif olan oyun stili, oyunculara daha fazla reaksiyon süresi tanıyan toprak kortlarda en yüksek verimi elde etti. Böylece Roland Garros, Sharapova'nın en başarılı olduğu Grand Slam turnuvasına dönüştü.
Çarşamba gününden itibaren izleyiciyle buluşacak olan yeni bölüm ilk ikisi gibi pek çok sürprize gebe. Çünkü Sharapova, rüştünü bir kez daha ispat etmek için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Kendisinin Sven Groeneveld gibi usta bir antrenör ile bir yılı aşkın bir süre boyunca sadece antrenman yapmış olması da üçüncü bölüme dair beklentileri yükseltiyor. Hollandalı çalıştırıcının öğrencisi üzerindeki sihirli dokunuşlarına 2015 toprak kort sezonundan yeterince aşinayız. Ancak sonrasında yaşanan türlü şanssızlıklar nedeniyle sihrin etkisi tam olarak hissedilememişti. Dileriz bundan sonra fazlasıyla hissedilir.
3 Nisan 2017
"Taktik Maktik Yok, Bam Bam Bam!"
Bir süredir Roger Federer'i izlerken kulaklarımda Fatih Terim'in Galatasaray ile Arsenal arasındaki UEFA Kupası finali öncesinde sarf ettiği "Taktik Maktik Yok, Bam Bam Bam!" sözleri yankılanıyor. Ekselansları'nın oyununu gören herkes, antrenörü Ivan Ljubicic'in de kendisine aynı şeyleri söylediği hissine kapılabilir. Şimdi içinizden "Federer zaten ofansif bir tenisçi." diye itiraz edenler çıkabilir ama kendisinin bu sezonki oyunu bir başka ofansif. İsviçreli efsane, topları o kadar erken alıyor ki rakiplerine de kendi kortlarına yağmur gibi düşen winner'ları seyretmek kalıyor.
Federer, bu yılki tüm büyük turnuvaları kazandı. Dahası, ezeli rakibi Rafael Nadal karşısında üst üste üç galibiyet elde etti. Kimileri bu başarıları salt zihinsel güç üzerinden okuyor ama işin sırrı kendisinin bu yıl tedavüle giren yeni oyun tarzında.
Federer'in oynadığı ultra agresif tenis, Nadal'ın geri çizgiye ördüğü duvarı aşabilmenin için en etkili yolu. Öyleyse kendisi, neden şimdiye kadar bunu denemedi? Çünkü fiziksel gücünüz yerindeyken bu kadar riskli bir oyun stilini tercih etmezsiniz. Nitekim Federer'in de hücum dozunu arttırması için 36 yaşını devirmesi gerekti.
Ekselansları, eski çabukluğunu yitirdiğinin ve uzun geri çizgi rallilerini kaldırabilecek durumda olmadığının farkında. Bu yüzdendir ki Roland Garros'a kadar nadasa çekildiğini duyurdu. Tüm gücünü mevcut oyunundan maksimum verimi alacağı çim sezonuna saklaması kendisi açısından daha isabetli olacaktır.
7 Mart 2017
TRT Tenisten Niye Vazgeçti?
Eurosport, birkaç gün evvel Wimbledon'ın yayın haklarını satın aldığını duyurdu. Fransa menşeili spor kanalının bu hamlesi, artık tenis takvimindeki dört büyük turnuvanın da tek kanaldan seyredilebileceği anlamına geliyor. Ne var ki uydudan açık yayın yapmayan bu kanalı bu memleketin çoğunluğu izleyemiyor. Bu noktada da devreye halkın vergileriyle finanse edilen bir kamu kuruluşu olan TRT'nin girmesi gerekiyor. Gelin görün ki TRT, tenisi çoktan unutmuş durumda. Vaktiyle bir kuşağa tenisi sevdiren kanal, 2011 Roland Garros sonrasında hiçbir Grand Slam turnuvasını yayımlamadı. Üstelik efsane tenis spikerleri Fahri İkiler'i bile küstürüp emekliye sevk ettiler.
TRT'nin tenise uyguladığı ambargonun nedenini doğru saptamak lazım. Kanal, halihazırda dünyanın en geniş ekonomik kaynaklarına sahip kamu kuruluşlarından biri, belki de birincisi. Hâliyle tenisten vazgeçişin mali nedenlerle ilintili olması mümkün değil. Zaten halk, TRT'ye özel kanalların reyting kaygısıyla yapamadığı yayınları yapsın diye vergi ödüyor. Hâl böyleyken TRT'nin tenis yerine dizi ve futbol yayımlaması ancak politik bir tercihle açıklanabilir.
Rio 2016 Olimpiyat Oyunları'nın yayın haklarını bile son ana kadar almamakta direten TRT, ülkedeki mevcut iktidarın beslendiği ve hakim kıldığı vasat egemen iklimin en kanlı canlı örneklerinden biri olarak karşımızda duruyor. AKP, bu kurumu kendi tabanında bolca bulunan vasıfsız insanlar için eşsiz bir rant kapısına dönüştürdü.
Kamu televizyonunun politik gerekçelerle tenis yayımlamadığı bir memleketten Grand Slam şampiyonu çıkabileceğini söylemek insanları aptal yerine koymaktan başka bir şey değildir. Tıpkı halkımızın ne oynayabildiği ne de izleyebildiği tenisin bu ülkede zengin sporu olmadığını iddia etmek gibi.
Karikatür: Latif Demirci
3 Mart 2017
Şimdi De Wild Card Yaygarası
İnsan bir defa düşmeyegörsün, arkasından tekme vuranı bol olur. Doping cezasının bitmesine kısa bir süre kala tenise geri dönmeye hazırlanan Maria Sharapova da son dönemde bu tekmelerden fazlasıyla nasiplendi. 2016 Avustralya Açık sırasında girdiği doping testinin pozitif çıktığını kamuoyuna duyurduktan sonra adeta çarmıha gerilen Rus tenisçi hakkında şimdi de yeni bir tartışma alevlendi. Stuttgart, Roma ve Madrid Açık turnuvalarının yıldız isme wild card vermesinden hoşnut olmayan bir kesim "Dopingliyi ödüllendiriliyorlar." diye yaygara koparmaya başladı.
Sharapova'ya wild card verilmemesi gerektiğini savunanlar, dolaylı yoldan kendisine bir daha tenis oynama, diyor. Çünkü bir yılı aşkın bir süredir kortlardan uzak olan ve bu nedenle ne puanı ne de klasmanı olan Rus raketin 15 bin dolarlık ITF turnuvalarına bile wild card almadan katılması mümkün değil. Öte yandan wild card, teniste yıllardır var olan bir uygulama. Yani ortada Sharapova'nın yüzü suyu hürmetine icat edilmiş bir şey yok.
Görünen o ki gerek ITF ve CAS kararları gerekse de Sharapova'nın cezasını tamamlaması bazıları için hiçbir anlam ifade etmiyor. Zira birileri hâlâ Rus tenisçiyi cezalandırmanın derdinde. Nitekim Fransa Tenis Federasyonunun yeni başkanı da bu yılki Roland Garros için Sharapova'ya wild card vermek istemediğini söylüyor. Bu, elbette kendi tasarrufudur ama böyle bir karar vermesi hâlinde turnuvaya olan ilgi olumsuz yönde etkilenecektir. Dolayısıyla kaybeden, sadece Rus tenisçi değil, kendisi de olacaktır.
20 Şubat 2017
Hayaller Grand Slam, Hayatlar Sokak Tenisi
Profesyonel tenis onlarca yıl süren, meşakkatli bir yolculuktur. Tenisçiler, korta adım attıkları ilk andan emekli olana kadar pek çok aşamadan geçer. Bu aşamalar arasında en kritik olanı ise hiç kuşkusuz profesyonelliğe geçiştir. Zira rekabetin hat safhada olduğu profesyonel tur adeta bir kurtlar sofrasıdır. Bu sofrada yem olmamak için fiziksel, zihinsel ve teknik açıdan yeterli seviyede olmak gerekir.
Tenisçilerin profesyonel tura hazırlanmalarında antrenörlere büyük görevler düşüyor. Ne var ki bir antrenörün her şeyi doğru yapması bile çalıştırdığı oyuncunun başarısız olma ihtimalini ortadan kaldırmıyor. Çünkü günün sonunda her şey oyuncunun kendisinde bitiyor. İşte tam da bu nedenle ülkeler, kendi şampiyonlarını çıkarabilmek için uzun yıllar beklemek zorunda kalıyor. Yalnızca dört Grand Slam turnuvasının ev sahiplerine baktığınızda bile bu gerçeği görebiliyorsunuz.
Tenisçilerin profesyonel tura hazırlanmalarında antrenörlere büyük görevler düşüyor. Ne var ki bir antrenörün her şeyi doğru yapması bile çalıştırdığı oyuncunun başarısız olma ihtimalini ortadan kaldırmıyor. Çünkü günün sonunda her şey oyuncunun kendisinde bitiyor. İşte tam da bu nedenle ülkeler, kendi şampiyonlarını çıkarabilmek için uzun yıllar beklemek zorunda kalıyor. Yalnızca dört Grand Slam turnuvasının ev sahiplerine baktığınızda bile bu gerçeği görebiliyorsunuz.
Roland Garros'u düzenleyen Fransa'nın erkeklerdeki son Grand Slam şampiyonunu görmek için ta 1983 yılına dönmek gerekiyor. Keza Britanyalılar da Andy Murray'nin 2012 Amerika Açık'taki zaferine dek tam 76 yıl beklemek zorunda kalmışlardı. ABD'de Andy Roddick, Avustralya'da ise Lleyton Hewitt'ten sonrasının ne zaman geleceği meçhul.
Peki elit tenisçi yetiştirmenin bu kadar zor bir işken Türk tenisiyle ilgili ütopik hedefler peşinde koşan arkadaşlara ne diyeceğiz? Sahi bizim yapamadığımız her şeyi en mükemmel şekilde yapan tenis devi ülkeler bile elit tenisçi kıtlığı yaşayabiliyorken biz nasıl Grand Slam şampiyonu çıkarma hülyalarına dalabiliyoruz? Şampiyon çıkarmak şöyle dursun, bir tenisçinin yetiştirilmesi sürecinde doğru yapabildiğimiz tek bir şey var mı?
Çalışıp çabalamadan sonuç elde etmeyi çok seven bir millet olduğumuz aşikar. Bu yüzden de her meseleye yüzeysel yaklaşımlar getiriyor, sorunların temeline inmekten imtina ediyoruz. Öyle olmasa İngilizlerin 20 bin çocuğa bir buçuk ay ücretsiz tenis eğitimi verdiği bir dünyada sokak tenisi diye bir garabet icat eder miydik?
Peki elit tenisçi yetiştirmenin bu kadar zor bir işken Türk tenisiyle ilgili ütopik hedefler peşinde koşan arkadaşlara ne diyeceğiz? Sahi bizim yapamadığımız her şeyi en mükemmel şekilde yapan tenis devi ülkeler bile elit tenisçi kıtlığı yaşayabiliyorken biz nasıl Grand Slam şampiyonu çıkarma hülyalarına dalabiliyoruz? Şampiyon çıkarmak şöyle dursun, bir tenisçinin yetiştirilmesi sürecinde doğru yapabildiğimiz tek bir şey var mı?
Çalışıp çabalamadan sonuç elde etmeyi çok seven bir millet olduğumuz aşikar. Bu yüzden de her meseleye yüzeysel yaklaşımlar getiriyor, sorunların temeline inmekten imtina ediyoruz. Öyle olmasa İngilizlerin 20 bin çocuğa bir buçuk ay ücretsiz tenis eğitimi verdiği bir dünyada sokak tenisi diye bir garabet icat eder miydik?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)