27 Kasım 2017

Sharapova'dan Alınacak Dersler Var


 Ülke olarak maalesef dış dünyadan kopuk bir şekilde yaşıyoruz. Bu da bizi gereksiz komplekslere ve aşırılıklara itiyor. Hafta sonu İstanbul'da Maria Sharapova ile Çağla Büyükakçay arasında oynanan gösteri maçına atfettiğimiz anlam da bu durumun son örneğiydi.

 Saçmalıklar zincirinin ilk halkası, bir gösteri maçının kamuoyuna "dev maç" şeklinde pazarlanmasıydı. Oysa bu tip maçların tamamı ile eğlence amacı güttüğü, dünyadaki gelişmeleri biraz takip eden herkesin malumudur. Mesela birkaç hafta önce Glasgow'da Andy Murray ile Roger Federer'i buluşturan karşılaşma da bu türdendi ve Federer mücadele esnasında İskoç eteği (kilt) giymişti.

 Algılarımızın ne kadar sakat olduğu, iki tenisçinin sosyal medya paylaşımlarından da anlaşılıyordu. Çağla'nın bir gösteri maçı için çok sıkı çalıştığı günlerde Sharapova Bi
rleşik Arap Emirlikleri'nde geziyordu. Çünkü Rus tenisçi, çalışma programını oluştururken bu hükümsüz maçı değil, gelecek sezonu düşünmüştü. Tüm bunlara rağmen kazanan yine kendisi oldu. İstanbul'a maçtan 15 saat evvel ayak basan Rus yıldızın 7-6, 6-0'lık galibiyeti almasını bilene büyük dersler verdi.

 Sharapova, 15 yıllık profesyonel kariyerinde Çağla'dan daha düşük sıralamaya sahip pek çok oyuncuya yenilmiştir. Ama sonucu hiçbir anlam ifade etmeyen dünkü karşılaşmayı milli tenisçimiz kazansaydı şu anda kopacak gürültüyü hayal bile edemiyorum. Çünkü yöneticisinden medyasına, antrenöründen sporcusuna kadar hiç kimse sağlıklı düşünemiyor bu memlekette. Öyle olmasa ülke tenisinin başındaki şahıs, maçın hemen akabinde Çağla'nın gösterdiği mücadeleden ötürü duyduğu gururu anlatan bir tweet atar mıydı?

16 Kasım 2017

Rafael Nadal ve "Silent Ban" Gerçeği


 Fransa'nın eski sağlık ve spor bakanı Roselyne Bachelot, geçtiğimiz yıl yaptığı bir açıklamasında Rafael Nadal'ın 2012'de dopinge bulaştığını ve o yıl Wimbledon'ın ardından sezonu kapatmasının da bu durumu saklamaya yönelik olduğunu söylemişti. Hiçbir somut delile dayanmayan bu iddia karşısında Nadal da haklı olarak Bachelot'ya dava açmıştı ki bugün de Fransız bakanın tazminat ödemeye mahkum edildiği haberi geldi.

 Aslında bu, Rafa hakkındaki ilk doping suçlaması değildi. Geçmişte de eski Fransız tenisçi Yannick Noah ve bazı Fransız televizyonları, Nadal ve genel olarak İspanyol sporcular hakkında doping ithamlarında bulunmuşlardı. Elbette bu iddialar, elle tutulur hiçbir kanıtla desteklenmedikçe iftiradan öteye gitmiyor. Ancak bilinmesi gereken bir şey daha var ki burada asıl suç, geçtiğimiz yıla kadarki uygulamalarıyla bu tip dedikodulara meydan bırakan Uluslararası Tenis Federasyonu ITF'dedir.

 Tenisin küresel çaptaki en büyük yönetim organizasyonu olan ITF, 2016 yılının Ağustos ayında resmi sitesi aracılığıyla öyle bir duyuru yaptı ki milyonlarca tenisseveri resmen aptal yerine koydu. Açıklamada doping testini geçemeyen tüm oyuncuların bundan böyle kendileri tarafından kamuoyuyla paylaşılacağını belirten kurum, böylelikle tenis çevrelerince "silent ban" olarak adlandırılan ve doping yapan sporcunun sakatlık ve benzeri kılıflarla suçunu ve aldığı cezayı kamuoyundan gizlemesine olanak tanıyan uygulamanın varlığını da dolaylı yoldan itiraf etmiş oldu.

 ITF'nin insan aklıyla alay eden bu işgüzarlığı, kariyeri 2016'nın öncesine uzanan tüm tenisçileri açık bir şekilde töhmet altında bırakıyor. Öyle ki sadece Nadal değil, geçmişte türlü gerekçelerle kortlardan uzun süre ayrı kalan veya hiç beklenmedik bir anda kariyerini sonlandırdığını açıklayan tüm oyunculara aklı başında herkes artık şüpheyle bakıyor.

 Tenisin dopingle imtihanındaki ciddi dönüm noktalarından biri de Maria Sharapova vakası oldu. Zira geçtiğimiz yılın mart ayında kanında meldonyum maddesine rastlandığını bizzat duyuran Rus yıldız, olaydan birkaç gün sonra medyadaki dezenformasyonlar üzerine resmi Facebook hesabından yaptığı yazılı açıklamada "Ben dürüst ve açık davrandım. İsteseydim sakat olduğumu iddia edip gerçeği gizleyebilirdim ama bunu yapmayacağım." ifadelerini kullanmıştı. Herhalde ITF'yi yukarıda belirttiğim skandal açıklamalara iten sebeplerden biri de kurumun ipliğini pazara çıkaran bu sözler oldu.

 Dünya sporunun yönetim organları dibine kadar pisliğe batmış yapılardır. Hâl böyle olunca da birtakım iddiaların önünü almak imkansızlaşıyor. Bu yüzden kabahati Bachelot gibilerden ziyade insanları böylesi bir şüphe çemberinin içine sokanlarda aramak gerekiyor.

14 Kasım 2017

Fahri İkiler'in Anısına


 Eğer bugün Türkiye'de tenise dair bazı kırıntılar varsa ve insanların bir kısmı tenis izleyip tenis hakkında konuşuyorsa bunda en büyük pay, güzel sesini bilgeliğiyle harmanlayarak anlattığı yüzlerce tenis maçı sayesinde Fahri İkiler'e aittir. Böylesine kıymetli birinin aramızdan ayrılışının yarattığı hüzün bir kenara, beni asıl üzen nokta, bu memlekette Fahri Abi gibi insanların yaşarken hak ettiği değeri göremiyor olması.

 Fahri İkiler üstadın Türk insanına tenisi sevdirdiği zamanlar, TRT'nin kamu televizyonculuğu görevini layıkıyla yerine getirdiği yıllara denk gelir. Sadece tenis değil, buz pateninden triatlona kadar özel televizyonların reyting kaygısı nedeniyle yayımlamaktan imtina ettiği her spor dalı -kamu yararı gözetilerek- halkın vergileriyle finanse edilen TRT'den ekrana gelirdi o dönemde. Ne var ki Fahri Abi, ömrünün en güzel yıllarını tenise adayadururken Türkiye de hızla değişti ve devletin televizyonu olan TRT de kaçınılmaz olarak bu değişimlerden payını aldı. TRT'de onunla aynı dönemlerde görev almış pek çok spiker arkadaşının ya radyoya sürüldüğü ya da kurumla ilişiğinin kesildiği sıralarda Fahri Abi de emekliye ayrılmayı seçti ve sessiz sedasız köşesine çekildi. Zaten onun TRT'yi bıraktığı yıl olan 2011'den sonra da kanal, bir daha hiçbir Grand Slam turnuvasını yayımlamadı.

 Dibine kadar vasatlığa batmış memlekette artık TRT'yi açtığımızda Fahri İkiler'in anlattığı kaliteli tenis maçlarını değil, "düzen"in adamlarının kahvehane sohbeti tadındaki futbol programlarını seyrediyoruz. Eskiden futbol dışı sporlara ağırlık vermeyi vazife telakki eden TRT, şimdilerdeyse Olimpiyat Oyunları'nı bile -adeta lütfedercesine- son anda yayımlamaya karar veren bir zihniyetle yönetiliyor.

 İşin TRT kısmı böyleyken Fahri İkiler gibi bir duayenin birikimlerinden yararlanmayı bir an olsun aklından geçirmeyen tenis camiasına ne diyeceğiz peki? Sahi bugün Türk tenisinde çeşmenin başını tutanlar, yıllar yılı başta Grand Slam'ler olmak üzere pek çok turnuvayı yerinde görmüş ve anlatmış Fahri İkiler'deki birikimin 100'de 1'ine sahipler midir acaba?

 Lügatında "Meyve veren ağaç taşlanır." gibi bir atasözünün bulunduğu bu ülkede belki birtakım kifayetsizler tarafından kıymeti bilinmemiş olabilir. Ancak bu, Fahri İkiler'in yerini tenisi onunla sevenlerin gönlünde asla değiştirmez.

 Güle güle Fahri Abi. Huzur içinde uyu. Bu spora olan tüm katkın için sana minnettarız.

11 Kasım 2017

ATP Ava Giderken Avlanacak


 Yapılan muhtelif araştırmalar gösteriyor ki tenis, şu an dünyada en çok izlenen dördüncü spor konumunda. Yine aynı araştırmalara göre bu sporun dünya ölçeğinde en az 1 milyar takipçisi bulunuyor. Bu verilerden de anlaşılacağı üzere tenisin hâlihazırda izlenilirlik gibi bir problemi yok. Peki buna rağmen ATP'nin televizyonlara yaranabilmek için bu kadar çabalaması niye? Bu sorunun cevabı, hiç kuşkusuz bitmek tükenmek bilmeyen kâr hırsıdır.

 Sporun küresel çaptaki yönetim birimleri büyük birer rant cennetleridir. Bu tezimizin en güçlü kanıtı ise dünya futbolunu yöneten en önemli iki kurum olan FIFA ve UEFA'nın başlarındaki şahısların henüz iki yıl evvel yolsuzluk nedeniyle ceza almış olmalarıdır. Hâl böyleyken ATP'yi de bu iki federasyondan farklı bir kefeye koymak en hafif tabirle safdillik olur. Onun da temel gayesi, tıpkı diğerleri gibi ortadaki pastayı, yani erkek tenisinin ekonomik büyüklüğünü olabildiğince büyütmektir. Bunun da yolu, büyük oranda turnuvaların yayın gelirlerini arttırmaktan geçer.

 Gelgelelim tenis, süreyle sınırlı bir spor olmaması hasebiyle televizyon yayıncılığı açısından büyük bir sıkıntı yaratıyor. Son derece uzun olan maç sürelerinin yayın akışlarını bozarak popülaritesi daha yüksek sporların ekrana gelmesine engel olması, reyting odaklı özel televizyonların tenisten kaçmasına sebebiyet veriyor. Bu da daha fazla yayın geliri hedefleyen ATP'yi oyunun süresini kısaltmaya yönelik formüller aramaya itiyor. Milano'daki ATP Next Generation Finalleri'nde denenen kurallar da tamamı ile bu amaca hizmet ediyor.

 Ne var ki ATP, bu yolla istediğini alamayacağını ya öngöremiyor ya da öngörmek istemiyor. Başta Rafael Nadal olmak üzere pek çok oyuncunun Madrid Masters'ın toprağı maviye boyandı diye turnuva yönetimine rest çekerek azılı kapitalist Ion Tiriac'a bile geri adım attırması henüz tazeyken ATP'nin bu çılgınlıklarına kim rıza gösterir? Haydi bir an için razı gelindiğini varsayalım, bu oyunu o hâliyle kime izletebilirsiniz? Reytingleri kendi ellerinizle düşürüp sonra da bu sporun yayın haklarını arzuladığınız fiyata satabileceğinizi mi düşünüyorsunuz?

 Son tahlilde ATP, şu anda nafile bir çabanın içindedir. Bu yöntemlerle tenisin canına okudukları gibi bindikleri dalı kesecekleri de aşikardır. Tenisin gerçek aktörlerine düşense bu sporun hızlı tüketim malzemesine dönüştürülmesine her şartta engel olmaktır.

10 Kasım 2017

Emre Yazıcıol'a Reddiye


 Malumunuz, son iki yazımda ATP Next Generation Finalleri ve turnuvada uygulanmakta olan kurallara yönelik eleştirilerimi sıralamıştım. Aslında konu hakkında söylenmesi gereken her şeyi söylediğimi düşünüyorum fakat bugün gördüğüm bir tweet, beni mesele hakkında bir kez daha yazmaya itti. Çünkü söz konusu tweet'in sahibi, yıllardır Eurosport'ta anlattığı tenis maçlarından tanıdığımız Emre Yazıcıol.


 Yukarıdaki tweet'te de gördüğünüz üzere Yazıcıol, "1800'lerin sonundaki kurallarla şu çağda devam etmek hiçbir sporu ileri taşımaz." diyerek her türlü geleneği yıkmakta hiçbir beis görmeyen neoliberalizmin tipik söylemlerinden birini kullanıyor. Daha kötüsüyse bu görüşüne yapılan itirazlara verdiği cevaplarda tenisi kendine özgü yapan tüm kuralları klişe ve geçerliliğini yitirmiş olarak yorumluyor.

 Sayın Yazıcıol'un bunları yazarken yanıldığı çok temel bir nokta var. Milano'da bu hafta uygulanan kural değişimleri, tenisi çağa uydurmaya değil, bu sporun içini tamamı ile boşaltmaya yönelik. Çünkü kendisinin 1800'lerin sonundaki diyerek açıkça değersizleştirdiği günümüz tenisinin temel kuralları, bu spora kimliğini ve özünü veriyor. Bir kez daha tekrarlamak gerekirse siz let kuralı ve avantaj puanını kaldırıp setleri de 6 yerine 4 oyun üzerinden oynattığınızda sadece kuralları değil, oyunu da kökünden değiştirmiş oluyorsunuz.

 Bugün bir tenis maçındaki puan esnasında kazara fileye çarpan toptan sonra özür dileniyorsa bunun bir anlamı vardır. Çünkü fileyle gerçekleşen o temas, topun doğrudan filenin dibine düşmediği hâllerde bile reaksiyon hızının saliselerle ölçüldüğü teniste rakibin yanılmasına sebebiyet vermektedir. Siz buna bir de servislerde imkan tanırsanız şans faktörünün oyuna olan etkisini bir tık daha arttırırsınız. Hele ki bunu bir de dört oyun ve karar puanıyla beslediğiniz vakit, çalışma ve beceriden bağımsız bir şekilde herkesin herkesi yenebileceği bir oyun yaratmış olursunuz. Bu noktada da tenis, spor olmaktan çıkar, bir çeşit kumara dönüşür.

 Nitekim turnuvada boy gösteren ve kuralları bizzat tecrübe eden Andrey Rublev de aynı şeyleri söylüyor: "Eğer getirilecek yeni bir kural, oyunun kendisini değiştirmeyecekse bunda bir sorun yok. Fakat dört oyun ve karar puanı uygulamasıyla tenisi de değiştirmiş oluyorsunuz. Bu kurallarla herkes herkesi yenebilir ama bu, kesinlikle adil değil. Bana göre kazanan kişi, herkesten daha çok çalışan kimse o olmalı."

 Şahsen yüz yüze hiç görüşmediğim bir kişi hakkında peşin hüküm vermek istemem ama bir spiker olarak Emre Yazıcıol'un çılgınlığa varan bu kuralları savunması, bana mesleği gereği televizyonların çıkarlarından yana pozisyon almış olabileceğini düşündürüyor. Bu yorumları herhangi bir iş adamı ya da yöneticiden duysam inanın hiç yadırgamazdım ama söz konusu yıllardır tenis anlatan biri olunca nutkum tutuldu doğrusu.

9 Kasım 2017

Milano'da Tenis Dinamitleniyor


 Bir önceki yazımızda tamamı ile ticari bir maksatla tertiplendiğini belirttiğimiz ATP Next Generation Finalleri Milano'da salı günü oynanan maçlarla resmen başladı. Turnuvanın oyuncular kadar olmasa bile gazetecileri de ciddi manada zorladığını düşünüyorum. Zira dört oyun üzerinden oynanan setler, farzımuhal 6-4, 6-3, 6-2 şeklinde skor yazmaya alışmış tenis habercileri için kolay olmasa gerek. Ne var ki setlerin kısaltılması en büyük darbeyi tenisçiler ya da gazetecilere değil, bizzat oyunun kendisine vuruyor aslında. Bunun yanında çiftlerdeki gibi 40-40'tan sonra karar puanının kullanılıyor olması da tenisin içini tamamı ile boşaltıyor. Çünkü bu uygulamalar, tenisi tenis yapan en önemli unsurlardan biri olan skor sistemini neredeyse lağvediyor.

 Teniste kullanılan skor sisteminin bu oyuna kattığı en büyük güzellik, geride olan oyuncuya o anki durum ne olursa olsun maça ortak olabilme şansı sunmasıdır. Bu da seyirci açısından maçın heyecanını her daim diri tutar. Siz setleri altı yerine dört oyun üzerinden oynattığınız vakit belki maç sürelerini kısaltarak televizyon kanallarına yaranacağınızı düşünebilirsiniz ancak günün sonunda yapacağınız tek şey, oyunun heyecanını törpüleyerek hem özünü hem de izlenilirliğini baltalamak olacaktır.

 Oyunun özü demişken bu noktadaki asıl büyük felaket, karar puanı uygulaması elbette. Tenisin oyunlarda ve puanlarda en az iki farkı esas alan skor sistemi, bu özelliğiyle maçı kazanmak için net bir üstünlüğü şart koşar. Durum berabereyken tek bir puanla oyunun kazananını belirlemekse şans faktörünün sonuca olan etkisini büyük oranda arttıracaktır. Oysaki bu etkiyi en aza indirgeyerek gerçekten hak edenin kazanmasına vesile olmak tüm spor dalların en önemli vazifesi olmalıdır.

 Bu eleştirileri yaptığımız zaman sıklıkla "gelenekçi" olmakla suçlanıyoruz. Alttan alta bize geri kafalı diyenlerin asıl gayesi ise "yenilik" kisvesi altında oyunun rantabilitesini büyütmek. Fakat bu zavallılar, tenisi tenis olmaktan çıkardıklarında kendi ayaklarına kurşun sıkacaklarının farkında bile değiller.

 Merak etmeyin, bu çılgınlıkların sporcular ve antrenörler nezdinde kabul görmesinin mümkünatı yok. Ama farz edelim ki kabul görsün, siz geleneksel tenis izleyicisinin bu oyuna artık rağbet göstereceğini mi sanıyorsunuz?

7 Kasım 2017

Vahşi Kapitalizmin Tenisle İmtihanı


 Erkekler tenisinin patronu ATP, geçtiğimiz yıl ATP Next Generation adı altında yeni bir atılım gerçekleştirmişti. Kampanya, 21 yaş altı tenis oyuncularını kapsıyor ve ATP Dünya Turu Finalleri ile aynı formatta bir sezon sonu turnuvasını öngörüyordu. Genç oyunculara nasıl bir yarar sağlayacağı tam bir muamma olan bu girişimin temelinde neyin yattığını ise az çok herkes tahmin edecektir. Zira ATP gibi dünyada sporu yöneten tüm federasyon ve kurumlar, her daim yeni rant kapılarının peşinde koşarlar.

 Söz konusu turnuvanın bu yıl Milano'da gerçekleştirilen ilk ayağı ise daha maçlar başlamadan büyük bir skandala sahne oldu. Büyük bir moda şehri olmasıyla bilinen Milano'nun bu özelliğini öne çıkarmak isteyen organizatörler, genellikle sporcuların ya da ünlü simaların katılımlarıyla düzenlenen kura çekimini sıra dışı bir yöntemle gerçekleştirdi. Turnuvaya katılma hakkı kazanan sekiz tenisçinin yer alacağı gruplar, podyumda birlikte yürüyecekleri mankenlerin vücuduna yazılmıştı. İşte tam bu noktada da büyük bir rezalet patlak verdi.

 Oyuncular, hangi gruba düştüklerini daha önceden seçtikleri mankenlerle kol kola yürüdükleri podyumun sonunda öğrendi. Nasıl mı? Mankenlerin biri, kolunda gezdirdiği oyuncunun grubunu açıklamak için striptiz yaptı, bir diğeri ise dantel elbisesini kalçasına kadar kaldırdı. Sonradan öğrenilen bilgilere göre Güney Koreli Hyeon Chung'a da koluna girdiği mankenin eldivenini dişleriyle çekmesi teklif edilmiş ama neyse ki oyuncunun buna karşı çıkmasıyla büyük bir kepazeliğin önüne geçilmiş.

 Seremonide yaşananlar, tenis muhabirleri vasıtasıyla sosyal medyaya servis edilince hâliyle büyük bir tepki çekti ve ertesi gün gerek ATP gerekse de sponsor firma RedBull, ortak bir açıklama yayımlayarak yarattıkları cinsiyetçi imajdan ötürü özür dilemek zorunda kaldı.

 Yaşanan bu skandal bir kenara, turnuva için icat edilen ve memnun kalınırsa gelecekte tüm organizasyonları kapsayacak şekilde uygulanması düşünülen kurallar tam bir çılgınlıklar silsilesi. Dört oyuna ulaşanın kazanacağı setler üzerinden (3-3'te tie-break) oynanacak maçlarda let kuralı uygulanmayacak. Yani filenin bandına çarpıp içeri düşen servis nizami sayılacak. Dahası, çiftler tenisinden bildiğimiz karar puanı uygulamasıyla şans faktörünün oyuna olan etkisi iyice katmerlenecek. İki puan arasında en fazla 25 saniye geçirilebilmesini şart koşan kural içinse kortlara saatler yerleştirilmiş. Bu da hakemin hiçbir şekilde tolerans gösterememesi demek. En felaketiyse maçları tribünden takip eden izleyicilere puanlar esnasında baseline bölgesi hariç olmak üzere hareket imkanı verilmesi. Herhalde tüm bu çılgınlıkların da ne maksatla yapıldığını söylemeye gerek yok.

 Ne kadar kazanırsa kazansın doymak bilmeyen küresel sermayedarlar, bir süredir tenise de göz dikmiş durumda. Bereket ki tenis, kökleri sağlam ve geleneklerine bağlı yapısıyla bu azgınlara müsamaha gösterecek bir spor değil. Bunu da en net şekilde beş yıl evvel düzenlenen Madrid Masters'ta gördük. Böyle giderse Next Generation tayfasının da sonunun farklı olmayacağını söyleyebiliriz.

5 Kasım 2017

Futbol Kulüpleri Türk Tenisini Kurtarmaz


 Orta okul ve lise yıllarında bize okutulan tarih kitaplarında Osmanlı'nın duraklama dönemi anlatılırken yapılan ıslahatların başarıya ulaşamamasının en önemli nedeni olarak sorunların temeline inilmemesi gösterilirdi. Geçtiğimiz günlerde Twitter'da milli tenisçi Tuna Altuna'nın bir gazeteye verdiği mülakata denk gelince bir kez daha aklıma geliverdi bu tespit.

 Söz konusu röportajda Altuna, taraftarı olduğu Fenerbahçe'nin başkanına tenis şubesi açmasını önerdiğini fakat Aziz Yıldırım'ın bu teklifi reddettiğini söylüyor. Tuna'nın bu teklifi hangi amaçla yaptığınıı bilmiyorum ama memleket tenisine futbolun üç büyüklerinin el uzatması gerektiğine inanan insan sayısı bu camiada oldukça fazla. Nitekim ilk olarak İpek Şenoğlu'nun giriştiği futbol kulüplerini tenise dahil etme projesi, başlangıçta akamete uğrasa da daha sonrasında sonuç verdi ve Galatasaray, geçtiğimiz yıl tenis şubesi açtığını duyurdu. Peki bu, hangi duaya amin demek? Söz gelimi, üç büyüklerin tenise yatırım yapması hangi derde deva olacak?

 Ülkemiz insanının Amerika'yı her defasında yeniden keşfetmek gibi çok güzel bir huyu var maalesef. Oysaki hedefinizde gerçekten samimiyseniz yan yollarda zaman kaybetmek yerine esaslı işler peşinde koşmak zorundasınız. 

 Bugün küçük yaşlardaki herhangi bir Türk çocuğu, örneğin Caroline Wozniacki'nin zamanında yaptığı gibi açık kanalda tenis izleyip bu spora merak saramıyor. Sarsa bile halka açık ücretsiz kortlar olmadığı için bu merakını giderme şansını bulamıyor. Böyle bir ortamda da gerçek yetenekleri bulmak zaten imkansızlaşıyor. Maddi açıdan şanslı olan çocuklarsa kifayetsiz antrenörler ve yöneticiler yüzünden yurt dışındaki akranlarının fersah fersah gerisinde kalıyor. Zaten pek çoğu kariyerinin tamamını ITF ya da Challenger turnuvalarında raket sallayarak geçiriyor. Hasbelkader ATP ve WTA seviyesinde iş yapabilenlerse bir süre sonra çaptan düşmeye başladıklarında Twitter zevzeklerine eğlence malzemesi oluyor.

 Beşiktaş, Galatasaray veya Fenerbahçe'nin halka açık ücretsiz kortlar inşa edecek ya da antrenör yetiştirecek hâli yok. Bunlar, Türkiye Tenis Federasyonu eliyle devletin yerine getirmesi gereken vazifeler. Öyleyse bu kulüplerde tenis şubesi açmak, Türk tenisçilerine maddi katkı sunmaktan başka neye yarayacak? Elbette hiçbir şeye.

1 Kasım 2017

Paris Masters ve Federer'in Takvim Sorunsalı


 Erkekler turunun bir süredir en önemli gündem maddesi sezonu kimin 1 numarada tamamlayacağıydı. Rafael Nadal ile Roger Federer arasındaki bu zirve yarışının galibiyse artık belli gibi. Zira Federer'in Paris Masters'tan çekildiğini açıklaması, Nadal'a tek galibiyetle yılı klasman lideri olarak bitirme şansını getirdi.

 Tenisseverler her ne kadar 1 numara yarışına odaklansalar da Federer'in -bizzat kendisinin de söylediği üzere- bu yönde ne bir ümidi ne de bir önceliği vardı. Zira hem aradaki puan farkı çok fazlaydı hem de Ekselansları'nın temel hedefi 1 numara değil, Basel'le birlikte ATP Dünya Turu Finalleri'ni kazanmaktı. İkisi arasındaki Paris Masters'ta yer alabilmesiyse çok olası değildi çünkü Basel'de neredeyse her sene final gören Federer'in turnuvanın yarattığı kümülatif yorgunlukla yalnızca bir gün dinlenerek Bercy'de yeniden korta çıkması çok ciddi bir sakatlık riski demekti. Nitekim menajeri de Del Potro'yla oynayıp kazandığı Basel finalinin ardından İsviçreli raketin kronikleşen sırt ağrılarının yeniden baş gösterdiğini söyledi.

 Aslında Federer, Paris Masters özelindeki bu sorununu öteden beri yaşıyor. Bunun temelindeyse dünya sıralamasında ilk 30'da yer alan oyuncuların katılmaları gereken dört ATP 500 turnuvasından en az birinin Amerika Açık sonrasına denk getirilmesi zorunluluğu yatıyor. Federer de sezonun bu kısmındaki 500'lük tercihini -gayet doğal bir şekilde- doğup büyüdüğü şehrin turnuvası olan Basel'den yana kullanıyor. Bir önceki paragrafta da belirttiğimiz gibi bu turnuvada da neredeyse hep son günü görmesi (8 şampiyonluk, 5 final) Paris'e yorgun gitmesine ve burada tam randımanlı oynayamamasına sebebiyet veriyor. Zaten bu durum, istatistiklere de yansımış durumda.

 İsviçre çikolatasının Masters'lar arasında en başarısız olduğu turnuva, ironik bir şekilde Paris Masters olarak görünüyor. Bercy'de yalnızca bir defa mutlu sona ulaşabilen (2011) Federer'in bunun haricinde tek bir finali dahi yok. Kazandığı yılda da Basel öncesinde Şanghay Masters'ı pas geçtiğini hatırlatmakta fayda var.

 Sonuç olarak 36 yaşına gelmiş bir Federer'in şu şartlarda Paris'e gitmesi, asıl hedefi ATP Finalleri iken çılgınlık olurdu. O da Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak istemedi.

30 Ekim 2017

Dön De Aynaya Bak Özkök!


 Güzel memleketimizin son zamanlarda sıkı sıkıya sarıldığı hasletlerden biri de pişkinlik oldu ne yazık ki. Siyaset kurumundan ziyadesiyle alışık olduğumuz bu ruh hâli, ülkedeki hemen her alana sirayet etmiş gibi gözüküyor. Ev sahibini bastıran yavuz hırsız misali hiçbir suçun ya da günahın üzerine yapışmadığı bu insanlar, bu da yetmezmiş gibi bir de kendi yedikleri nanelerin hesabını başkalarından sorar hâle geliyor.

 Bu pişkinlik hâlinin spor medyası sathında ses getiren son örneği ise Ertuğrul Özkök'ün sırça köşkünden kaleme aldığı bir yazı oldu. Zat-ı muhterem, söz konusu yazısında spor medyasında hiç ODTÜ'lü ya da Boğaziçili görememesinden şikayet etti. Kendisine gerekli cevaplar bizzat kendi gazetesi aracılığıyla da verildi lakin ben de bu mesele üzerine birkaç kelam etme ihtiyacı hissettim.

 Özkök'ün gazetecilik hayatı boyunca kamuoyunun takdirinde olan pek çok pespayeliğini bir kenara bırakarak soruyorum: Taraftarı olduğu kulübün kanalında ezeli rakibine küfreden bir sanatçıyı(!) damat kontenjanından kendi gazetenizin spor servisinin başına getiren siz değil miydiniz? Peki bu vasatlığı bilerek ve isteyerek kendiniz yarattığınız hâlde şimdi neden şikayet ediyorsunuz?

 Sakın bana "Halk bunu istiyor." argümanıyla gelmeyin. O halk, zamanında TRT kamu televizyonculuğu görevini layıkıyla yerine getirirken her sporu huşu içinde izliyordu. Nitekim o TRT'yle yetişen nesil de 2011-2013 yıllarındaki tenis maçlarında seyirci rekorlarını alt üst etti. Kısacası bu toprağın insanları esaslı yapılan her işi sahipleniyor. 

 Öte yandan bu spor medyasının iflahı için illa ki ODTÜ ve Boğaziçili arkadaşlara gerek yok. Siz farkında olmayabilirsiniz ama bugün envai çeşit Twitter ve Facebook grubunda insanlar tenis konuşuyor, tartışıyor ve çok kaliteli içerikler üretiyor. Belki çok azının eğitim seviyesi yüksek olan o gençler bile sizin ahbap çavuş ilişkileriyle işe aldıklarınızı solda sıfır bırakır.

 Son tahlilde bu ülkenin gençleri, sizin gibi vasat seviciler yüzünden geleceklerini kuramıyor. Bari şu pişkinliklerinizi etrafa saçmayın da yaraları daha fazla kanamasın.

12 Ekim 2017

Sharapova'lar Ancak Para İçin Gelir


 Maria Sharapova'nın önümüzdeki ayın sonunda İstanbul'a Çağla Büyükakçay'la gösteri maçı yapmak için gelecek olması, hiç de yabancı olmadığımız bir kavramı yeniden gündeme getirdi. İngilizcesi "appearance fee", Türkçede de en yaygın karşılığı ayakbastı parası olan ve davet edilen yıldız sporculara ödenen yüklü meblağlar, öteden beri kimilerinin büyük tepkisini çekiyor. Ne var ki bu tepkilerde haklılık payının olduğunu söylemek pek mümkün değil.

 Evvela geçmişte ülkemize gelen pek çok yıldız sporcuya olduğu gibi Sharapova'ya ödenen para da özel sektörün kasasından çıkıyor. Bu yatırımı yapanlar, karşılığını alamayacaklarını düşünseler zaten böyle bir işe girişmezler. Nitekim hâlihazırda pazarlanabilirliği en yüksek kadın sporcu olan Sharapova'nın aldığı paradan daha fazlasını üretebilmesi de son derece olası. Yani ortada her iki tarafın da kazandığı bir "win-win" durumu söz konusu.

 Peki Maria'ya ödenen para ülke tenisine harcanamaz mıydı? Elbette böyle bir ihtimal var fakat amentüsü kâr olan özel sektörün böyle bir şeye tenezzül edeceğini düşünmek saflık olur. Dolayısıyla bu, onların değil, devasa bütçesini ülke tenisi yerine yandaşlara akıtmakla meşgul olan federasyonun işi.

 Tüm bunlarla birlikte Sharapova gibi büyük bir yıldızı ölü sezonda Florida'daki malikanesinden kaldırıp saatler süren uçak yolculuğunun ardından
İstanbul'a getirebilmeniz için para ödemekten başka şansınız yok. Bu, sadece gösteri maçları için değil, katılım zorunluluğunun olmadığı düşük profilli resmi turnuvalar için de geçerli. Söz gelimi yıldız oyuncular, oynamakla yükümlü olmamalarını bir koz olarak kullanıp gayet profesyonel bir şekilde paraya tahvil ediyor. Nitekim Roger Federer'in ATP 250 ve 500 seviyesindeki bazı turnuvalarla uzun süreli kontratlar yapması boşuna değil.

 Son tahlilde ayakbastı parası, tamamı ile oyuncu kaynaklı bir mevzu. Erkekler tenisinde öteden beri yasal olan bu uygulama, kadınlar turunda ise 2010 yılına kadar el altından yürütülüyordu. WTA da bu nedenle aynı yıl yasağı kaldırarak fiili durumu resmiyete döktü. 


 Velhasıl, bir Grand Slam ya da katılım zorunluluğu olan başka bir
prestijli turnuva düzenlemiyorsanız Sharapova ayarındaki yıldız isimleri ülkenize getirebilmek için kesenin ağzını açmak zorundasınız. Bu parayı da özel sektör ödediğine göre bizim gibi züğürtlerin çene yorması anlamsız.

20 Eylül 2017

Tenisimizin Sosyal Medya Çilesi


 Sosyal medyadaki hadsizlikler, günümüzde hemen herkesin şikayet ettiği bir konu. Bunlardan duyulan rahatsızlık artık öyle bir noktaya ulaştı ki insanlar, paylaşımlarını yoruma kapatmaya ve hatta belli ülkelerden profillerine erişimi engellemeye başladılar. Aynı dertten fazlasıyla muzdarip olan milli tenisçi Çağla Büyükakçay da geçtiğimiz günlerde Twitter hesabından yayımladığı mesajlarla isyan bayrağını çekmiş oldu.

 Söz konusu mesajlarda
Çağla'nın "aciz kumarbazlar" olarak tanımladığı bir kitle var ki bunlar, asla iflah olacak cinsten değil. Kuponunun yatmasına sebep olduğunu düşündüğü bir sporcuya galiz küfürler yağdırmayı kendine hak gören bu bahisçi tayfası, Twitter ve benzeri mecralardaki patolojik vakalar arasında durumu en ağır olanlardan. Dolayısıyla ben de bu yazıda onları değil, görece daha masum olan bazı "akbabaları" ele alacağım.

 Twitter üzerinden tenisçilerimizi her fırsatta yerden yere vuranlar, evvela böyle bir hakları olmadığının farkına varmalılar. Çünkü tenis, her şeyden önce bireysel bir spor. Buradaki bireysel sözcüğüyle kastedilen, başarının da başarısızlığın da tüm sorumluluğuyla birlikte sporcunun kendisine ait olmasıdır. Söz gelimi bir tenisçi, elde ettiği herhangi bir sonuçtan ötürü kimseye hesap vermek zorunda değildir. Bu durum, elbette onları eleştiriden muaf tutmuyor lakin eleştiri ile yargılamanın birbirine karıştırılmaması gerekiyor.

 "Vasatsın.", "Zaten elenmesen şaşardık.", "Size verilen desteğe yazık günah!", "Ne başarısı var şu adamın/kadının Allah aşkına?" tarzı yorumlarda kullanılan dil, eleştiriden ziyade hesap sorma ve yargılamaya yönelik. Oysa Çağla ve diğer milli tenisçilerimizin sizin isterik milliyetçi duygularınızı okşamak gibi bir vazifesi yok. Kaldı ki eğer bu yorumları gerçekten milliyetçi saiklerle yapıyorsanız bu sivri dilinizden nasibini alması gereken sporcular değil, ülke sporunu yönetemeyenlerdir.

 Çağla'nın başarılarına burun kıvırıyorsanız buyurun, daha iyisini siz yetiştirin. Yok yetiştiremiyorsanız da bunun hıncını bu ülkeye rağmen yaptıklarıyla saygıda kusur etmemeniz gereken insanlardan çıkarmayın. Tepkinizi tırnaklarıyla kazıyarak bir yerlere gelenlere değil, sisteme yöneltin. Bu sporculara zaten ihsan olamıyorsunuz, bari gölge etmeyin.

31 Ağustos 2017

Fedal'dan Murray'e Ne?


 Amerika Açık başlayalı dört gün oldu ama tenis kamuoyu oynanan maçlardan ziyade Andy Murray'nin turnuvadan çekilmesini konuşuyor. İlk bakışta son derece sıradan bir olay gibi görünen bu durumun gündemi meşgul etme nedeniyse İskoç raketin ana tablo kuraları çekildikten sonra kararını açıklamamış olması. Nitekim dünya 1 numarası Rafael Nadal da ilk tur maçından sonra düzenlediği basın toplantısında "Zamanlama manidar." kabilinden bir yorumda bulundu konuyla ilgili.

 Açıkçası Nadal'ın neyi ima ettiğini tam çözemedim fakat anladığım kadarıyla Murray'e olan tepkilerin altında turnuvadan çekilme kararını ana tablo kuralarından önce açıklamayarak olası bir Federer-Nadal finalinin önüne geçmesi yatıyor. Farz edelim ki Murray hakikaten böyle bir hinlik düşünmüş olsun. Peki bunun İskoç tenisçiye ne gibi bir faydası olacak? Murray için bir Grand Slam'de yer alabilmek mi daha önemli yoksa rakiplerini finalden önce birbirine kırdırmak mı? Bu seviyedeki bir oyuncunun böylesine küçük hesapların peşine düşmesi sizce ne kadar mantıklı?

 Murray'nin turnuvadan neden cumartesi günü çekildiğinin çok basit bir izahı var ki aslında bunu en iyi bilenlerden birinin de Nadal olması lazım. Bir tenisçi daha önceden katılmayı düşündüğü bir turnuvada, hele ki o turnuva bir Grand Slam ise, oynayabilme ihtimalini sonuna dek kovalar. Şayet oynayabileceğine dair en ufak bir ümidi varsa sakatlığı tam iyileşmemiş olsa dahi korta çıkmayı ister. Öyle olmasaydı bugün Sharapova, her iki bileğine de kolluk geçirerek Amerika Açık'ta raket sallamazdı.

 Velhasıl, Murray'nin veya başka bir oyuncunun bireysel bir spor olan teniste herhangi bir rakibini düşünerek hareket etmesinin normal şartlar altında mümkünatı yok. Murray'i kendi kariyeri ve başarıları ilgilendirir, Federer ve Nadal'ın oynayacağı muhtemel finaller değil.

29 Ağustos 2017

Sharapova'dan Süpernova Patlaması


 Hayatta bazen aksilikler birbirinin peşi sıra gelir. Sanki bütün terslikler sıraya dizilmiş de ortaya çıkmak için bir kıvılcım bekliyormuş gibi hissedersiniz kimi zaman. Sharapova da son iki yılda bu duyguyu çokça yaşamış olmalı.

 Rus yıldız, 15 aylık cezasının bitimiyle kortlara yeniden döndüğünde artık kendisini doya doya izler, ona olan özlemimizi gideririz diye düşünüyorduk. Ancak bu defa da başka şeyler girdi Masha'yla tenisin arasına. Roma Açık'ta uyluğunu sakatladığı gün, hem Roland Garros'a yaptığı wild card başvurusu reddedilmiş hem de Wimbledon'da ana tablo oynama şansını kaybetmişti. 24 saatten kısa bir süre içinde yaşanan bu kadar kabus, en sağlıklı bünyenin bile majör depresyona girmesi için kafiydi. Ne var ki Rus raketin başına gelenler bunlarla da sınırlı kalmayacaktı.

 Üç ayı da sakatlığa heba ettikten sonra Stanford'da yeniden işbaşı yaptı Sharapova. Beklenti, kötü günlerin geride kalacağı yönündeydi. Nitekim o da ilk tur maçını kazanarak turnuvaya güzel bir başlangıç yapmıştı. Fakat düşene bir darbe de sol ön kolundan geldi. Yaşadığı bu sakatlığın ardından Montreal ve Cincinnati'den de affını istedi. Bir süpernova gibi patladığı yerse dün gece oynadığı Amerika Açık ilk tur maçı oldu. Uzun zamandır dolup taşan Rus tenisçi, 1 numara hesapları yapan Simona Halep'in üzerine gök gürültülü yağmur gibi yağdı.

 İki yıldır bunca derde gark eylemiş bir oyuncunun bu süreçte akıl sağlığını yitirmesi de son derece kuvvetli bir ihtimaldi tabii. Nitekim bu gözler, bu sıkıntıların çeyreğini bile yaşamadıkları hâlde kariyerleri mahvolan Dinara Safina'ları, Ana Ivanovic'leri, Caroline Wozniacki'leri, Eugenie Bouchard'ları da gördü. Sharapova'yı bunlardan ayıransa yaptığı işe olan saygısı ve adanmışlığı elbette. Zaten bu hasletlere sahipseniz er ya da geç bütün zorlukları aşıyorsunuz. Dün geceki de bunun ihtişamlı bir örneğiydi sadece.

 Bundan sonra iş, Maria'nın raketinde bitiyor. Dünya 2 numarasını eleyebildiğine göre şampiyon olamaması için hiçbir sebep yok. Yeter ki bu oyun seviyesini korusun.

25 Ağustos 2017

Tek El Backhand Bitmedi, Sadece Azaldı


 Tabiatta her şeyin zıddıyla kaim olduğu söylenir. Söz konusu tenis olduğunda da durum böyledir. Dahası, bu zıtlıklar arasında mutlak bir üstünlük de kurulamaz çoğu zaman. Örneğin uzun boyun kısa boydan daha avantajlı olduğunu söyleyemezsiniz teniste. Nitekim aynısı tersi için de geçerlidir. Çünkü iki durumun da kendine göre avantajları ve dezavantajları vardır. Teniste de başarının yolu, kendi avantajlarınızı mümkün olduğunca ön plana çıkararak rakiplerinize kabul ettirebilmekten geçer.

 Girizgahı bu şekilde yapmamın sebebi, tenisseverler nezdindeki yanlış bir algı. Bugün tenisi yakından takip edenlerin pek çoğu, tek el backhand’i bir zafiyet göstergesi olarak yorumluyor. Bu vuruşun oyunculara hiçbir avantaj sağlamadığı ve backhand’in makbulünün çift el olduğuna dair yaygın bir kanı mevcut. Bu görüşün temel dayanağı ise hiç kuşkusuz tek el kullananların neslinin giderek tükeniyor olması. Ne var ki tek elcilerin azınlıkta kalması, bu vuruşun efektif olmamasından kaynaklanmıyor.

 Evvela tenise başlama çağındaki bir çocuğun anatomik özellikleri itibarı ile çift el kullanmaya daha yatkın olduğunu söylemek lazım. Buna karşın tek el backhand’i istenilen güç ve tesirde vurabilmek içinse uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Bu nedenle tek el backhand vuruşunu olgunlaştırabilmek için geçen bu sürede bir oyuncunun arzuladığı sonuçları alamaması da son derece olasıdır. İşte bu noktada tenisçi adaylarının büyük bir kısmı, kısa vadede başarıyı tercih ettiklerinden çift ele yönelirler. Söz gelimi, mağlubiyetlerin yaratabileceği zihinsel zorlukları göze alamazlar.

 Öte yandan tenisin yıllar içinde değişen kimyası da tek el kullananların sayısının azalmasında önemli bir etken oldu. Servis-volenin geçer akçe olduğu yıllarda oyunculara slice ve volede büyük kolaylık sağlayan tek el backhand revaçtaydı. Nitekim efsanevi raket Pete Sampras’ın backhand’inin antrenör telkiniyle çift elden tek ele dönüştürüldüğünü biliyoruz. Ancak dip çizgi rallilerinin ağırlık kazandığı günümüzde tek el backhand’in bu cazibesi de ortadan kalkmış durumda.

 Tüm bunlara rağmen tenis dünyada oynanmaya devam ettiği müddetçe tek el backhand de hep var olacaktır. Uygulamadaki zorluk ve oyunun şu anki dinamikleri bu vuruşun önünde ciddi bir engel teşkil etse de tek el backhand’in oyuncuların vuruş yelpazesini ne kadar genişlettiği de ortadadır. Tek tip, fabrikasyon oyuncuların kol gezdiği günümüz tenisinde iyi bir tek el backhand fark yaratmaya devam edecektir.

8 Ağustos 2017

Kortların Hızını Kâr Hırsı Düşürüyor


 Zemin meselesi, öteden beri tenisin en temel tartışma konularından biri olmuştur. Nitekim bu yılki Wimbledon'da da kortların yavaşlığı üzerine çokça konuşuldu. Aslına bakarsanız turnuva zeminleri son yıllarda gayet bilinçli bir şekilde yavaşlatılıyor. Bu uygulamanın altında da tüccar kafalı turnuva organizatörlerinin imzası var.

 Bugün uluslararası düzeyde herhangi bir 
turnuvanın varlığını devam ettirebilmesi, doğrudan kendini finanse edebilmesine bağlıdır. Bu noktada da organizasyona olan ilgiyi yüksek tutmak büyük önem arz eder. O ilgiyi gösterecek olanlarsa sen ben, yani seyircilerdir.

 Kortların yavaşlatılmasının az evvel anlattıklarımla olan münasebeti ise ralliler uzadıkça korttaki mücadelenin izleyicilere daha cazip geleceği yönündeki inanış. Zira bugün dünyada tenisi takip edenlerin önemli bir kısmı, korttaki oyunun kalitesini puanların uzunluğuna bakarak değerlendiriyor.

 Halbuki gerçek kalite, beceri ve maharet sonucunda ortaya çıkar. Önemli olan, bir rallide topun kaç kere gidip geldiği değil, yapılan vuruşların zorluk seviyesi ve kalitesidir. İki oyuncunun da hiç risk almadan devamlı birbirlerinin hatalarını kolladıkları bir oyun tenisten ziyade kör dövüşüdür. Bu nedenle tenis, ha babam top çevirmeyi değil, inisiyatif almayı teşvik eden bir spor olmalıdır.

 Tenisin teoriğine yönelik bu tartışmalar bir tarafa, ortada zemin karakteristiği denen bir olgu da var. Eğer siz bir turnuvayı sert zeminde düzenliyorsanız kortların hızını toprak zemininkiyle aynı düzeye indirmemelisiniz. Aksi hâlde zemin kavramının tenis özelinde hiçbir kıymeti kalmaz.

30 Haziran 2017

Bir Turnuva Nasıl Yapılmaz?


 Hafta boyunca çiçeği burnunda çim kort turnuvamız Antalya Açık'ı izlerken bir yandan da başlıktaki sorunun cevaplarını öğrenmiş olduk. Gerçi turnuva henüz bitmiş değil ama sağ olsun şimdiden mebzul miktarda malzeme sundu bizlere.

 İsterseniz en çok aşina olduğumuz meseleden başlayalım
yazmaya. Öyle ki İstanbul Cup ve İstanbul Açık'taki seyirci kıtlığından yakınan kimselerin artık Antalya Açık adında yeni bir dert kaynağı daha var. İstanbul'daki boş tribünlere ilişkin kaleme aldığım son yazıda çok yalın bir gerçeklikten söz etmiştim hatırlarsanız: İnsanların para ödeyerek katıldıkları bir etkinlikte aradıkları tek şey hoş vakit geçirmektir. Fakat anladığım kadarıyla Türkiye'deki turnuvaları organize edenler, tenisseverlere işkence çektirmekten garip bir haz duyuyor. Yoksa çöl sıcaklarının ortasında konuşlanmış bir tesiste tribünlerin çatısız olmasını başka bir nedenle açıklayamayız.

 Evvelden de söylemiştim, seyircisizlik, bu seviyedeki hemen her turnuvada yaşanabilecek bir problemdir. Fakat antrenman kortlarından birindeki geri çizginin zikzak yapması kelimenin tam anlamıyla skandaldır. Bugünkü Baghdatis-Sugita maçında yaşananlarsa organizasyonun deyim yerindeyse tüyü diktiği an oldu. Turnuvanın boyu bu kadar kısalmış ve tribünler bomboşken sıcaklığın 40 derecenin üzerinde seyrettiği bir havada tenisçileri sabahın erken saatlerinde korta sürmek ancak bir akıl tutulmasıyla izah edilebilir!

 Tüm bu rezaletler, bu turnuvanın organizasyonunda görev alanların ne kadar kifayetsiz olduklarının da birer kanıtı aslında. Ama ne gam! Zira utanmazlık, bizim memleketin geçer akçesi bir süredir. Öyle olmasa TTF, bugünkü basın bülteninde Baghdatis'in neden "maçı bıraktığını" da yazardı.

17 Haziran 2017

Neden Letonya Bile Olamıyoruz?


 Bazı kimseler, sporun ülke koşullarından hiç ama hiç etkilenmeyen korunaklı bir saha olduğunu zannediyor. Oysa spor da tıpkı hayatın diğer alanları gibi bir ülkenin mikrokozmosudur. Başka bir deyişle bir ülkenin sporu, o ülkedeki genel vaziyeti yansıtır. Nitekim Türk tenisine baktığımızda da memleketteki bozuk düzene dair çok şey görüyoruz. Arpalığa dönmüş bir federasyon, tek derdi iktidara şirin görünmek olan yöneticiler ve yapılan bomboş işler bunlardan bazıları.

 Jelena Ostapenko'nun Roland Garros'ta elde ettiği şampiyonluktan bu yana herkesin dilinde aynı soru var: Nüfusu takriben 2 milyon olan Letonya bir Grand Slam şampiyonu çıkarabiliyorken 80 milyonluk Türkiye niçin tenisçi yetiştiremiyor? Hemen yanıtlayalım: Türkiye'nin kamu yararını önceleyen bir spor politikası yok da ondan.

 Letonya'da herhangi bir ATP ya da WTA turnuvası oynanmıyor. Bırakın onu, bu Baltık ülkesinde organize edilen tek bir ITF turnuvası bile yok. Hâlihazırda iki ATP, bir de WTA turnuvasına ev sahipliği yapan ülkemiz ise her hafta düzenlediği ITF turnuvaları sayesinde turnuva cennetine dönüşmüş durumda. Gelin görün ki Grand Slam şampiyonu bizden değil, Letonya'dan çıkıyor. Çünkü turnuva düzenleyerek ya da tesis inşa ederek tenisçi yetiştirilmiyor. Tıpkı sokak ortasında iki çocuğa raket tutturduğunuzda tenisi tabana yaymış olmadığınız gibi.

 Velhasıl birileri çalışıyor, doğru işleri yapıyor ve karşılığını alıyor. Bize ise iş ahlakından yoksun, kifayetsiz yöneticilerimiz sayesinde el alemin başarılarını gıptayla seyretmek düşüyor.

10 Haziran 2017

Geri Çizgiye Otobüs Çekmek


 Açık konuşmak gerekirse teniste defansif karakterli oyunculardan hiç ama hiç hazzetmiyorum. Bu tarz tenisçilerin içinde olduğu bir maç çoğu zaman işkenceye dönüşüyor benim için. Böylesi oyuncuların geri çevirdikleri her top, korttaki rakipleri kadar benim de sinirlerimi yıpratıyor. 

 Oyun tarzıyla bana fenalık getiren tenisçilerden biri bugün Roland Garros finalinde boy gösterdi. Hoş, ne kadar boy gösterebildiği de ayrı bir tartışma konusu. Zira Simona Halep ile Jelena Ostapenko'yu buluşturan final maçı, daha çok Ostapenko'nun puan vuruşları ile basit hataları arasında geçti. Nitekim istatistiklere baktığımızda Ostapenko'nun puan vuruşlarında 54'e sekiz gibi ezici bir üstünlük kurduğunu görüyoruz.

 Halep'in üç yıl evvel Maria Sharapova'ya kaybettiği Roland Garros finalinde doğrudan kazanılan puanlar 46'ya 20'ydi. Rumen raketin oyun stilini göz önüne aldığımızda bu gayet makul bir istatistik. Ancak bugünkü sekiz winner'a 10 basit hatalık performans, maçın gidişatını tamamı ile Ostapenko'nun belirlediğini gösteriyor. Böyle bir senaryoda Halep'in şampiyon olması gerçekten tenise ihanet olurdu. Neyse ki olmadı.

 Bugüne kadarki sayısız boş atışa rağmen her yeni şampiyona "geleceğin süperstarı" etiketini yapıştırmaktan imtina etmeyen tenis dünyası, Paris'in yeni matmazeli Ostapenko için de bu huyundan vazgeçmeyecektir. Fakat her defasında söylediğimiz gibi büyük tenisçi olabilmek için pek çok yeterliliğin bir araya gelmesi gerekiyor. Ostapenko'daki eksik taşların yerine oturup oturmayacağını ise zaman gösterecek.

7 Haziran 2017

Tenisçileri Rahat Bırakın


 İnsanların her şeyi çok çabuk tükettiği ve hiçbir şeyden memnun olamadıkları bir çağda yaşıyoruz. Konforculuk batağına saplanmış yeni nesil, sahip olduklarından hep daha fazlasını talep ediyor. Bu durumun tenisteki tezahürü ise kimi izleyicilerin oyunculardan robot gibi davranmalarını beklemesi. Hâlihazırda devam etmekte olan Roland Garros'ta yeniden gündeme gelen zaman ihlalleri meselesinin temelinde de bu gayriinsani bakış açısı yatıyor.

 Teniste iki puan arasında geçen süreyi maksimum 20 saniye ile sınırlandıran "şut saati" uygulaması bundan birkaç sene evvel maçların hızlandırılması amacıyla yürürlüğe konuldu. Dünya tenisini yönetenler, doğası gereği futbol kadar akışkan olmayan bu sporu doyumsuz yeni nesillere de sevdirmek istiyordu. Söz konusu kuralın katı bir şekilde uygulanmasının ne kadar insanlık dışı olduğu ise pratikte ortaya çıktı.

 Dünya üzerindeki her insan gibi tenisçilerin de birtakım ritüelleri veya alışkanlıkları var. Örneğin Rafael Nadal, her puandan önce saçını düzeltir ve şortunun arkasını çekiştirir. Bunun yegane sebebi kendisini bu şekilde rahat hissetmesidir. Nadal'ın ritüelleri belki hoşunuza gitmiyor olabilir fakat bunları engellemeye kalkışmak tek kelimeyle zorbalık.

 Öte yandan 20 saniye kuralı uzun süren bir puanın ardından uygulandığında oyuncuların nefes alacak imkanı bile olmuyor. Neyse ki hakemlerin büyük bölümü kuralı esnetiyor da maçlarda fazla hır gür çıkmıyor.

 Spor, içinde insana ait ögeleri barındırdığı için güzeldir. O yüzden bırakalım da tenisçiler kendilerini nasıl rahat hissediyorlarsa öyle oynasınlar. Bundan memnun olmayanlar ise bir zahmet konsol oyunlarıyla tatmin olmayı denesin. Zira orada hayallerindekine daha yakın bir insan profili var.

5 Mayıs 2017

Boş Tribünler, Boş Sözler


 İstanbul Cup ve İstanbul Açık'ta neredeyse her sene tribünlerin boşluğu tartışılıyor. Tenisle bir şekilde iştigal eden herkes hep bir ağızdan bu turnuvaların niçin seyirci çekemediğini soruyor. Bense bu soruya karşı bir soruyla cevap veriyorum: İnsanlar bu turnuvalara niçin para verip de gitsin?

 Tenis turnuvalarını konserlerden ya da futbol maçlarından daha farklı bir yerde konumlandırmamak lazım. Neticede bunların tamamı, insanların para ödeyerek katıldıkları kültürel etkinliklerdir. Bu etkinliklere katılmanın yegane amacı ise hoş vakit geçirmektir. Gelgelelim İstanbul Cup ve İstanbul Açık turnuvaları, insanlara keyif vermekten o kadar uzak ki tatil günlerinde bile tribünleri dolduramıyor.

 İstanbul Cup ve İstanbul Açık, sırasıyla WTA ve ATP'nin en alt seviyedeki turnuvaları. Bu profildeki turnuvalara her yıl Roger Federer gibi büyük bir efsaneyi getiremezsiniz. Dolayısıyla tribünleri doldurabilmek için organizasyon yönetimini çok iyi yapmak zorundasınız. Gelin görün ki iki turnuva da şehir merkezine son derece uzak, dağ başından hâllice bir lokasyonda düzenleniyor. Cefakeş tenis aşıkları dışında hiç kimse, her gün üç-dört saatlik bir yolculuğa katlanarak buraya gitmez.

 Yukarıda anlattığımız gerçeklere rağmen kimi kerameti menkuller dolmayan tribünlerin faturasını Türk tenisseverlere kesiyor. Sıklıkla Türkiye'de spor kültürünün olmadığından dem vuran bu arkadaşlar turnuvaları yerinde izlemeyenleri gerçek tenissever olmamakla suçluyor. Türkiye'deki spor kültürünün arızalı olduğu kesin fakat tribünlerdeki boşluğu buna bağlamak hedef saptırmaktır. İnsanların tenis sevgisini sorgulamak veya yarıştırmaksa kimsenin haddine değildir.

2 Mayıs 2017

Sharapova'ya Grand Slam Lazım


 Maria Sharapova, kariyerinin üçüncü perdesini geçtiğimiz hafta Stuttgart'ta açtı. 15 aylık doping cezası sona eren Rus yıldız, geri dönüş turnuvasında yarı final oynayarak kalitesinden hiçbir şey kaybetmediğini gösterdi. Aslında şampiyonluk ipini de göğüsleyebilir ve garajına bir Porsche daha çekebilirdi. Fakat Kristina Mladenovic karşısında kazanmaya yakın olduğu bir maçı kaybetti. 

 Daha önceki yazılarımda Sharapova'nın bu seferki geri dönüşünde 2009'daki kadar zorlanmayacağını, hatta eskisinden de güçlü bir oyuncuya evrilebileceğini belirtmiştim. Beni asıl kaygılandıran mevzu ise kort dışındaki olası provokasyonlardı. 

 Doping testinin pozitif çıktığını duyurduğu günden bu yana Sharapova hakkındaki polemikler bitmek bilmedi. Kortlara dönüşünün hemen öncesinde de kendisine verilen wild card'lar üzerinden manasız bir yaygara koparılmıştı. Tüm bunlar, gerilimden beslenen medyanın da iştahını kabarttı. Öyle ki Birleşik Krallık'ın rezil tabloid gazetelerinden The Sun bile Stuttgart'taki turnuvaya muhabir gönderdi. Ancak basın mensupları Sharapova'dan umduğunu bulamadı. Rus tenisçi, kendisine yöneltilen art niyetli ve küstah soruları bile ustaca geri püskürttü.

 Sharapova, son derece olgun bir karakter olsa da her insan gibi bazen soğukkanlılığını kaybedebilir. Dolayısıyla kendisine yönelik hücumları bir an evvel durdurmaya bakmalı. Bunun da yolu, yeniden Grand Slam kazanmasından geçiyor. Önümüzdeki Roland Garros, bu açıdan çok önemli bir fırsat. Tek sorun, Rus tenisçinin turnuvaya büyük ihtimalle elemelerden katılacak olması.

24 Nisan 2017

Sharapova'nın Kariyerinde Üçüncü Perde


 Her şerde bir hayır vardır, derler. Maria Sharapova'nın son dönemde başından geçenlerin hayra yorulabilecek tek tarafıysa kortlardaki ömrünü uzatması oldu. Rus tenisçi, doping testi pozitif çıkmamış olsaydı bu yıl kariyerine nokta koyacaktı. Şimdiyse en az üç yıl daha tenis oynamanın planlayan kahramanımız bu hafta Stuttgart'ta yeniden iş başı yapıyor. 

 Şayet önümüzdeki üç sezon içinde önemli bir kırılma anı daha yaşanmazsa Sharapova'nın tenis hayatı ileride üç ayrı bölüm hâlinde incelenecektir. Şu ana dek gösterime giren ilk iki bölüm, kendisinin 2008 yılında geçirdiği ağır omuz sakatlığının öncesi ve sonrasını kapsıyordu.

 2008'deki sakatlık, Sharapova'nın kişisel tarihinde çok ciddi bir dönüm noktasıydı. Öyle ki oyunundaki en büyük silahlarından biri olan servisi bu sakatlığın ardından kullanılamaz hâle geldi. Yeni servis hareketine alışana kadar çift hata rekorları kıran kahramanımız tenisin zirvesine uzun ve sancılı bir sürecin ardından dönebildi. İşin ilginç tarafıysa bu dönüşün kendisini hiç de ait hissetmediği bir yerde gerçekleşmesiydi.

 Omuz sakatlığının dayattığı şartlar, Sharapova'yı kaçınılmaz bir değişime sürükledi. Rus yıldız, bir zamanlar kendisini buz üstündeki inek gibi hissettiği toprak zeminde başarılı olabilmek için yoğun bir mesai harcadı. Eskisinden de agresif olan oyun stili, oyunculara daha fazla reaksiyon süresi tanıyan toprak kortlarda en yüksek verimi elde etti. Böylece Roland Garros, Sharapova'nın en başarılı olduğu Grand Slam turnuvasına dönüştü.

 Çarşamba gününden itibaren izleyiciyle buluşacak olan yeni bölüm ilk ikisi gibi pek çok sürprize gebe. Çünkü Sharapova, rüştünü bir kez daha ispat etmek için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Kendisinin Sven Groeneveld gibi usta bir antrenör ile bir yılı aşkın bir süre boyunca sadece antrenman yapmış olması da üçüncü bölüme dair beklentileri yükseltiyor. Hollandalı çalıştırıcının öğrencisi üzerindeki sihirli dokunuşlarına 2015 toprak kort sezonundan yeterince aşinayız. Ancak sonrasında yaşanan türlü şanssızlıklar nedeniyle sihrin etkisi tam olarak hissedilememişti. Dileriz bundan sonra fazlasıyla hissedilir.

3 Nisan 2017

"Taktik Maktik Yok, Bam Bam Bam!"


 Bir süredir Roger Federer'i izlerken kulaklarımda Fatih Terim'in Galatasaray ile Arsenal arasındaki UEFA Kupası finali öncesinde sarf ettiği "Taktik Maktik Yok, Bam Bam Bam!" sözleri yankılanıyor. Ekselansları'nın oyununu gören herkes, antrenörü Ivan Ljubicic'in de kendisine aynı şeyleri söylediği hissine kapılabilir. Şimdi içinizden "Federer zaten ofansif bir tenisçi." diye itiraz edenler çıkabilir ama kendisinin bu sezonki oyunu bir başka ofansif. İsviçreli efsane, topları o kadar erken alıyor ki rakiplerine de kendi kortlarına yağmur gibi düşen winner'ları seyretmek kalıyor.

 Federer, bu yılki tüm büyük turnuvaları kazandı. Dahası, ezeli rakibi Rafael Nadal karşısında üst üste üç galibiyet elde etti. Kimileri bu başarıları salt zihinsel güç üzerinden okuyor ama işin sırrı kendisinin bu yıl tedavüle giren yeni oyun tarzında. 

 Federer'in oynadığı ultra agresif tenis, Nadal'ın geri çizgiye ördüğü duvarı aşabilmenin için en etkili yolu. Öyleyse kendisi, neden şimdiye kadar bunu denemedi? Çünkü fiziksel gücünüz yerindeyken bu kadar riskli bir oyun stilini tercih etmezsiniz. Nitekim Federer'in de hücum dozunu arttırması için 36 yaşını devirmesi gerekti. 

 Ekselansları, eski çabukluğunu yitirdiğinin ve uzun geri çizgi rallilerini kaldırabilecek durumda olmadığının farkında. Bu yüzdendir ki Roland Garros'a kadar nadasa çekildiğini duyurdu. Tüm gücünü mevcut oyunundan maksimum verimi alacağı çim sezonuna saklaması kendisi açısından daha isabetli olacaktır.